19 Kasım 2016 Cumartesi

Yağmur mu Dua vakti mi?

Bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince, Nefesten yumuşak, yağan bu yağmur.
 Bu yağmur, bu yağmur, bir gün dinince, Aynalar yüzümü tanımaz olur.

Bu yağmur, kanımı boğan bir iplik, Tenimde acısız yatan bir bıçak.
Bu yağmur, yerde taş ve bende kemik, Dayandıkça çisil çisil yağacak.

Bu yağmur, delilik vehminden üstün, Karanlık, kovulmaz düşüncelerden. Cinlerin beynimde yaptığı düğün,
Sulardan, seslerden ve gecelerden...
                        Necip Fazıl KISAKÜREK


Yağmurun bir telaşı vardır aslında. Bazı romantik insanlarımız; pardon bazı değil hepimizin zaman zaman yağmur ile bir dinginlik yaşamışlığı vardır. Mesela kimi sevdiğiyle yürümüştür, kimi şiirler okuyarak yalnızlığını anlatmıştır yağmura. Bazı sabahlar dua etmişizdir tüm camları açarak yağmurun bereketi evimize girsin diye. Çünkü her bir damlayı bir melek indirir derler bize çocukluğumuzdan beri. Ve yine yağmurda edilen dua kabul olur diye otururuz duanın başına. Aslına bakarsanız yolcunun, yetimin, yoksulun, mahzunun, annenin, babanın, salih kimsenin ve sayamayacağım bir çok kişinin kuşlukta, seherde, ikindide, teheccütte ve sayamayacağım bir çok vakitte ettiği dualarda kabul olur. Bu kadar çok vakit verildiyse bize dua etmemiz istediği içindir. Öyle olmasaydı ayeti kerime de şöyle buyrulmazdı; Sizin duanız olmasa Rabbim size değer verir miydi? (FURKAN/77)
Belki o yüzden oluyordur kuraklıklar ki insanlar toplu yağmur duasına çıksın. Sonra kuraklık biter yağmur iner anlarız ki duamız kabul olmuş.
 Esasen baktığımız zaman bizim ettiğimiz dualar hep kabul olur da biz anlamayız. Yada kabul olmasa da biz bilemeyiz neden kabul edilmediğini insanız aceleciyiz çünkü. Tıpkı Ayeti kerimede belirtildiği gibi.  "İnsan hayra dua ettiği gibi, şerre de dua etmektedir. İnsan, pek acelecidir" (İsra Suresi, 11)

Evet acele ediyoruz kimimiz duada kimimiz başka şeylerde. Bazen de acele etmeyi severiz ben mesela izlemeyi severim telaşeleri..  Yağmur yağarken alelacele balkondaki çamaşırlarını toplayan kadınları izlemeyi hep sevmişimdir yada evdeki kapıyı pencereyi kapat da halılar ıslanmasın diye çocuğunu uyaran anneleri.
Yağmurdaki trafiği sevmem ama yada suları fışkırtarak geçen arabaları. Yağmur güzel icatlarda çıkarttırır; ıslanmamak için kafaya geçirilen poşet süper bir örnektir bence..
Bunun yanında cızırdayan radyoların tıkanmış olan trafikte olayı biraz daha çekilmez hale getirdiği de doğrudur. Diyecek lafım yok.
Sonra ıslanan paçalar,işe geç kalan çalışanlar,  su birikintisine giren ayaklar, su geçiren ayakkabılar, montu olmayan çocuklar, kartonlardan ev yapmış insanlar, damı akıpta yaptıramayanlar, savaşta evi yıkılanlar, başka bir ülkede çadırda yaşayanlar.. Ahh ne çok düşünülecek şey çıktı. Az önce eğlenmiyor muyduk yağmuru izlerken? Nasıl oldu da geldik bu noktaya?
Demek ki neymiş bize keyif veren yağmurda üzülen insanlar varmış. Hep vardır. Dünya zıtlıklardan oluşan bir alem. Savaşta bir taraf kazanırken bir taraf hep kaybeder. Kimileri filmlere konu olacak hayatlar sürerken kimileri sadece o filmi izleyerek sürdürür yaşamını. Biri sever diğeri terkedilir. Ve birileri yaşar birileri hep ölür...
Biz yine yağmuru izleyelim izlemesine ama dua işine biraz fazla mı yoğunlaşsak. Elden gelmiyor diyoruz ya - tabi elden de gelirde o ayrı bir mevzu- dilimizde de kelepçe yok ya dualarımızda yer verelim, dua edelim...


28 Eylül 2016 Çarşamba

Mektup

Bir ay içerisinde elime geçen üçüncü mektuptu. Yazmadın diyordu. Sitem değildi bu anlaşılıyordu sadece merak etmiş gibiydi. Yazmamıştım. Yazamamıştım. Sebebini ne ona anlatabilirdim ne kedime itiraf edebilirdim. Sadece halim ona sirayet etsin istememiştim. Bazı haller vardır fena... Öyle bir vaktimdeydim; karışık. Biraz ülkem gibiydim; beynimde fırtınalar koparken kalbim daha sakindi. Midem yanarken karaciğerim rahattı. Organlarımın hepsi hem birbirinden bağımsız hemde birbirine bir o kadar kenetliydi. Böyle değişik bir hal işte.
Artık yazmam gerekiyordu daha fazla meşgul etmemek için ve merakta bırakmamak için.
Elime boş bir kağıt aldım ve masaya oturdum. Kalemlikteki en güzel kalemi kavradım ve ilk kelimemin harflerini sıraladım kağıdınsol üst köşesine; merhaba.
Gerçekten de merhaba mıydı. O kadar güvenilir miydim? Benden ona zarar gelmeyeceği konusunda emin miyim? Bilemiyorum.. Ama başka bir kelime gelmiyor aklıma yalnızca merhaba dökülüyor mürekkepten.
Öyleyse zarar vermemek için yazmalıydım bu mektubu.
"Epey oldu size yazmayalı. Sebebini sormayın lütfen. İyiyim ama merak etmeyin. Bundan sonra yazabileceğimi pek zannetmiyorum. Bilgilerinize sunmak istedim. Sağlıcakla kalın. Kardeşlerime selam ederim.."
Bir özür bile dilememiştim. Ne kabalık ama birazda küstahlık sanırım.
Hem kaba hem küstah hemde nankördüm. Yani uzaktan baktığım zaman kendime öyle görünüyordum. Herhangi birinin benden nefret etmemesi için tek bir sebep bike yoktu.
Zararsız bir mektup olduğundan tam olarak emin olmasamda kağıdı katladım zarfa güzelce yerleştirdim. Postalamak üzere hazırladım.
Sabah olmuştu şarkıda geçen seher vaktiydi sabah yeli ılgıt ılgıt esiyordu. Mektubu postalamam için biraz daha vakit geçmeliydi. Yollar gidilmeli ağaçlar izlenmeliydi. Belki bir otobüse binilmeli yahut yavaş yavaş yürünmeliydi. Mektubu ne yollamak istiyordum ne de yollamasam da olur diyebiliyordum. Böyle işte sormayın.
Başka biri olsa beni bir daha aramazdı. Annemin yine arayacağını bilerek yollayacaktım son zannettiğim bu mektubu. Vakit geçip hayatım biraz normale döndüğünde kapısından kovmayacak tek kişi olduğu için büyük cümleler kurabikiyordum. Yapamayacağımı bildiğim halde naz yapmak için. Öyle işte merak etmeyin mektubu yollamak üzere çıktım yola. Sahil yolu yerine caddeden gidiyorum daha fazla duygusallık olmasın diye. Rampayı koşarak değil yavaşça iniyorum kalbim hızla çarpmasım diye. Bir sürü birşeyler işte sabah yelide bitti hava ısındı. Pullar yapıştırıldı. Mektup yola çıktı. Benim yerimede gitmek üzere...

16 Ağustos 2016 Salı

Yenilgi



        Bir insan kendi kendine yenilir mi? En çok kendine yenilir diye cevap verirdim, bu soruyu bana sorsaydı.

     Bedenini eve birden atıverdi. Bu haldeyken anahtar deliğini nasıl bulduğunu, üstündeki paltoyu ne ara çıkardığını, kendini balkondaki eski tekliye ne zaman bıraktığını ben bile idrak edememiştim. Başını geriye yasladı. Boncuk boncuk terler akıyordu alnından. Üstü başı su içindeydi. Başkası olsa biri kovalamış derdi, ona sorsalar buna da sebep beni gösterirdi.

     Elini kalbinin üzerinde gezdirdi bir süre. Öküz oturdu derler bilir misiniz, öyle bir his gibi geldi bana. Genelde bağrınıza oturur. Önce nefesinizi daraltır, sonra kalbinizi sıkıştırır. Kim öğretti bunları öküzün birine bilmiyorum ama bana sorsaydı imtihan derdim, ha bir de gömleğinin en üst düğmesini açmasını önerirdim ona. Sormadı. Hiç sormaz.

     Yüzü iyice morarıp ruhu bedenine ağır gelince nihayet akıl etti düğmesini açmayı. Derince bir nefes çekti içine, ağzından verdi. Saç diplerinden ayakuçlarına kadar bedenini kaplayan su damlacıkları tek tek soğudu üzerinde. Bir anne olsaydı üstünü değişmesini ve soğuk su içmemesini önerirdi ona. O ise sanki bu olmayan anneye inat ani bir kararla buzdolabına koştu. Dolabın kapağındaki cam şişeyi dikti kafasına. Bedeni iyice soğudu. Üstündekilerle salonun ortasındaki üçlüye uzandı. Sağ elini yumruk yapıp alnına dayadı. Ara ara gözlerini kısıp yumruk yaptığı elini alnına sert sert vurup dişlerini gıcırdatıyordu. Lanet olasıca konuş artık benimle diye bağırmak istiyordum. Yapamıyordum. O izin vermedikçe bana söz düşmezdi. Benim ondan izinsiz yapabildiğim tek şey susmaktı. Doyasıya susmanın özgürlüğünü yaşıyordum ben de. Kendimi kandırmayı ondan öğrenmiştim.  Duyacaklarım hoşuma gitmeyeceğinden bastırmaya çalışıyordu yüzeye çıkan anıları. Hani bir katil maktulünün kafasını bastıra bastıra sokar ya su dolu kovanın içine. Aynen öyle. Acımıyordu hain.

     Sanki anlamamıştım beceremediğini. Karar vermenin sancılı bir süreç olduğunu ona anlatmıştım. Aynı bir bebeğin doğumu gibi sancılı ama sonrası huzur demiştim. Keşke bebek ölürse neler olabileceğinden de bahsetseydim. Ona çok iyi bakmasını on kere, hatta yüz kere öğütleseydim. O zaman bu bedbaht halini görmezdim. Bakamamıştı işte. Onu basacağı bağrına öküz oturuyordu şimdi. Salak herif. Bunları söylememden korkuyordu. Açsam ağzımı susmayacağımı, onu zorla aynanın karşısına yollayıp kendi kendisine türlü hakaretler ettireceğimi biliyordu. Hak ediyordu, dibine kadar hak ediyordu. Oturdu. İki elini kavuşturup dirseklerini dizine dayadı. Halının desenlerini inceledi bir süre. Sonra benimle değil kendi kendine konuşmaya başladı:

     ‘Bir köprü. Bir köprü.’ diye sayıkladı bir süre. Sonra devam etti. ‘Boyu benim yüksekliğimce, kollarımı açıyorum ya işte böyle.’ dedi kollarını iki yana uzatarak. ‘İste bu kadar uzunluğu var. Dev gibi bir köprü... Altından çok sular akıyor ve benim başım dik. Umursamıyorum hiç umursamadım. Umursamadım sandım. Beni boğacak kadar asla yükselemezdi su, ben de böylece her zaman ona tepeden bakabilirdim. Hatta bakmazdım bile. Zamanı gelince büyük fırtınalar kopacağını, deli gibi esen rüzgârların suları azdıracağını bilemezdim. Haklıydın.’ dedi. Sanırım bana söylüyordu. ‘Suyu görmezden gelmek yerine suyla barışmalıydım ya da suyun şiddetine bakıp köprünün ayaklarını sağlamlaştırmalıydım. Sonuçta su bu köprünün varlık nedeniydi, değil mi?’ Ellerini gövdesinde gezdirdi. ‘Bir köprü... O köprünün bacakları tutmuyor.’ dedi gözleri üzerimde. ‘Sana son kez söz hakkı tanıyacağım sonra susacaksın.’ Kendince anlaşmıştı benimle. Bense ilk kez bu kadar kaçmak istiyordum itiraflarından. Ama itiraflarını kusmak için yine beni kullanacaktı.

     Hemen yanı başımdaki sandalyeye oturdu. Bu sandalye bana kendimi hep özel hissettirmiştir. Çünkü sadece benimle konuşmak için bu sandalyeye oturur. Gözlerini diker bana sonra hem konuşur hem dinler.

     Bu kez sustu. Bu kez sadece dinleme niyetindeydi. Bense her zamanki gibi ona itaat ettim. Ama hiç bu kadar itaat etmek istemediğim olmamıştı. Önce kâğıdı sardı bedenime, sonra parmak uçlarıyla dokundu tuşlarıma ilk kelimemi benden sonra fısıldayarak tekrar etti:
     
     "Yenildim."

25 Haziran 2016 Cumartesi

Ya nasip ya kısmet

Sabah oluyordu..
Güneş doğmak üzereydi. Burnuma gelen mahlep kokularıyla farkettim vaktin geçiyor olduğunu. Abdest alıp namaz kılmak için gecikmiştim hemde uyanık olduğum halde. Nasılda böyle bir şey yaptım bilmiyorum hem de gidecek başka kapım olmadığını bilerek.. Derdim kendimle olsa gerek bu saate dek ayakta kaldığıma göre. Derdim belki de yıldızlarlaydı. Çok güzeldiler, çok mesafeli ve bir o kadar hareketli. Yıldızları savaştırmak için şahane bir geceydi. Bende öyle yaptım. Yıldız savaşları oyunumu oynadım. Birbiri ardınca kaçıyorlardı.  Hayal kurmayı bana yasakladıklarından beri yıldızlarla haşır neşirim söylemesi ayıp olmazsa.. Kitap okumadım şiir dinlemedim şarkı mırıldanmadım. Çünkü şiirler şarkılar artık birer hayal benim için. Gelcekle alakalı fikirlerimi soracak olursanızda hayallerimi sıfırladım herkesin dediği gibi bende düz bir memur olmak istiyorum artık.. Hayalperest olmanın kötü birşey olduğunu herkes söylüyor. Merak etmeyin kötü alışkanlıklarımdan vazgeçiyorum.. Bu gece çok etkin bir şekilde hayal kurmadım. Aslında bugüne kadarki hayatımda bana hayal kurma fırsatı verildiği için de  şanslıyım. Bunun farkındayım merak etmeyin. Çünkü bazı insanlar hayal kurmayı bile öğrenemeden gerçek hayatın içine giriyorlar. Mesela çöp arabası gelmeden çöpten kağıt toplayan arkadaş birazdan gelir. Gelme vakti yaklaştı çünkü. Onu bekliyorum geç kalmasa bari. Kim bilir o hangi hayallerini çöplerin araına bırakmıştı da hayat telaşesine kapılmıştı?

Böyle sıradan olmayan bir geceydi işte benim için;
Yalnızca oturma odasının balkonunda vakit geçirdim. Bazen mutfağa açılan kapıdan geçip su içtim ara ara birşeyler atıştırdım ama hiç saate bakmadım. İçimde ki sancılar belki biraz dinerken farkına vardım üşüdüğümün.
Sabah esintisi vuruyordu yüzüme şarkıların kulağıma deyen notaları gibi , kalbime dokunan sözlerin inceliğinde.
Ama şarkıların dilimin ucuna gelmesini istemiyorum çünkü bu dünyada artık onlara yer yoktu. Gerçek olamaya çok uzaktılar.
Ne kadarda farkına varmıyoruz şarkılar bile bizim zihin dünyamızı süsleyen minik güfteler, hayallerimizin fonları..
Duygusallık katarlar genelde ama olayların artık birazda sert olması gerekiyor.
Zihin dünyamda mücadele veriyordum ama gözüm birden çöp arabasına takıldı. E çocuk gelmemişti. Ben zihnimde cebelleşirken o muhtemelen başka bir mücadele veriyordu elle tutulur birşeyler için. Yoksa her sabah işine vaktinde gelirdi..
İşe vaktinde gelmek önemliydi. Buda bu yazının kamu spotu olsun.

 İş ve vakit deyince de aklıma Ahmet Bey'in ceketi geldi. O erken kalkar haydi ya nasip derdi. Ben bu yazıyı şarkısız bitiremeyeceğim anladım ama merak etmeyin Ahmet Bey'in ceketi bir hayat dersidir ve dinleyen herkesi bir kere daha Barış Mançoya hayran bırakır.. Sonunda da herkese anlatır Ya nasip Ya kısmeti..




Buyrun Ahmet Bey'in ceketi
https://m.youtube.com/watch?v=ZWTBm8UQJVU

Bitlisten Afyona bir Kudüs Kokusu..

Bitlisten Afyon'a bir "Kudüs" kokusudur  gönülleri birleştiren...
Sevdiklerinle aynı yola gönül vermektir bazen,
Aynı kitabı okumak
Satır aralarında kendini bulmak...
Aynaya baktığında başka bir yüzü anımsamaktır kardeşlik,
Şiirlerde okumaktır bazen dostluğu
Her şiirde farklı anılar anımsamaktır
Yeni şiirler yazabilmek hatırladıkça
Bir şalın sıcaklığında ısınabilmektir..
Çocukluktan kalma bir lolipoptur bazen kardeşlik
Gazoza atılan leblebinin verdiği zevktir..
Yalnızca hüzünleri değil
Heyecanını paylaşabilmektir
Aynı davaya sahip çıkabilmektir.
Bir Kudüs kokusudır şimdi kardeşliğimizi pekiştiren
Tesbih tanelerinin birbirine çarpışı gibi
Şiirlerin birbirinden güzel oluşu gibi
Ama hiçbirinin en iyi olmayışı gibi...

5 Mayıs 2016 Perşembe

Gibi...

https://www.instagram.com/p/BFCWTDSn5Rr/

Ne güzel bir renktir yeşil
Tıpkı diğer renkler gibi
Bütün gözler, gönüller gibi
Sarı ile kırmızının turuncuya dönmesi gibi
Yağmur damlalarının yere düşüşü
Kar tanelerinin bir tipiyle savrulması gibi..
Annenin yavrusunu koklaması gibi
Eve dönüş gibi
Kavuşturan yollar,
Birleştiren köprüler gibi...
Özlemek gibi, özleyebilmek mesela;
Vefa gibi , vefanın rengi...
Adımlara şiirlerin eşlik etmesi gibi
Bir sürü şey gibi
Hayranlık, heyecan, hüzün gibi
Herşeyi içinde barındırır gibi
Bir şeylerden kaçar gibi değil
Arada bir mola verir gibi

Nefes gibi güzel,
Dua gibi
Hatta bazı dualar nefes gibi
Bakmayı bilirsek herşey çok güzel
Tıpkı tüm renkler gibi....

11 Nisan 2016 Pazartesi

Bu sokaklar nereye çıkar?

https://www.instagram.com/p/BEEc5ZEGe2C/



Bu sokaklar denize çıkmaz
Bu sokaklar da hanımeli açmaz
Bu sokaklarda çocuklar neden oyun oynamaz
Terkedilmişlik hiç bu kadar ağır olmamıştı
Bir evin yıkılışı hiç böyle hüzünle anılmamıştı
Çocukların sesleri özleniyor
Bahar geliyor
Kuş seslerine çocuk kahkahaları bir türlü karışmıyor.
Şairin deyimiyle 'biraz bahar gerekiyor'...

27 Mart 2016 Pazar

GEÇMİŞE DAİR...

                        


“Geçmişin hayalini kurabilir miyiz dersin?”
Bugün yine kafamda olur olmaz sorular. İnsan neden böyle gereksiz meseleleri dert edinir ki kendine. Neden yapıyorum bunu bilmiyorum.
“Affedersin…”
Her zamanki gibi cevap vermiyor zaten. Sırdaşımla konuşuyorum. O bir ağaç. Boyumun yaklaşık beş katı uzunluğunda. Kolları dört bir yana uzanıyor,  gölgesi vesilesiyle bana beni sevdiğini hissettiriyor. Öyle büyük bir vefayla bağlıyız ki birbirimize ben her fırsatta onun yanında alıyorum soluğu, o da ben ne zaman gitsem aynı yerde bekliyor. Beni bu dünyada sözümü kesmeden dinleyen tek canlı. Sadece ona anlatırken ben kelimesini duymuyorum. Sadece onun yanında hıçkıra hıçkıra ağlayabiliyorum ya da avazım çıktığı kadar bağırabiliyorum. Öfkemi en iyi o yatıştırıyor mesela. Bazen ona karşı bencillik ettiğimi düşünüyorum.
Ağacım elbette insansız hava sahasında. Aksi takdirde yanında sergilediğim hareketlerden ötürü buradan gideceğim yer belli. Neyse ki yanından ayrılıyor ve kendi irademle beşeriyete doğru yol alıyorum. Önce uzun asfalt bir yol karşılıyor beni. Kulağımda sevdiğim bir melodi çalıyor. Ritmi ruhumda hissediyorum, adımlarıma yansıyor. Keyfim yerinde mi? Belki. Müziğin iniş çıkışlarına göre değişiyor.
Asfalt yol; ilerde taşlardan yapılmış, gittikçe genişleyen bir yola dönüşüyor. Yol değişince başka şeylerin de değiştiğini anlamak zor değil. Başımı kaldırıp etrafıma bakıyorum. Sağlı sollu binalar başlıyor. Sağdan ikinci binaya yöneliyorum. Oraya yaklaştıkça ruhum genişliyor. Beynimin kıvrımlarında bir hareketlenmeler yaşanıyor ki sormayın. Bu dünya büyüyor da ben içine nasıl sığamıyorum, hayret ediyorum. Dünya büyüyor, ben küçülüyorum.
Orada ilk Leyla ile tanışmıştım. Bosna savaşı zamanları. Gördüğü her türlü işkenceye tanıklık ettiğim halde ellerim hiçbir zaman ona ulaşamadı. Sonra Hasan vardı, o da ellerimi uzatamadığımdan içimi yakanlardandı.  O kadar çok izlemiştim ki uçurtma yarışlarını Afganistan semalarında, sonra o semaları kara bulutlar kapladı. Bir de Lennie… Çalılıkların arkasında George’u beklerken nasıl da heyecanlıydı. O heyecan da kursağımızda kaldı.
Şu binanın içine girip de bir köşeye kıvrılmak rüya alemine dalmak gibi bir şeydir. Bambaşka alemlere yolculuk edersiniz. Hiç gitmediğiniz yerlere gider, görmediklerinizi görür, işitmediklerinizi işitir, hatta sizi oraya götüren eğer iyi bir rehberse an’a dokunabilir, koklayabilirsiniz bile. Adeta ışınlanırsınız anlayacağınız. Ruhunuz hisseder, bedeninizse o köşede sizi bekler taa ki kitabın kapağını kapatıncaya kadar.
Kimilerine müdahale etmek istersiniz. Fakat rüya aleminde bile eğer üstünde durursanız gerçekleştirebileceğiniz lucid kavramı bu alemde asla işlemez. Burada ipler sahibinin elindedir. Kılınızı kıpırdatamazsınız. Bazıları da vardır ki zaten kıpırdatmak istemezsiniz. Sadece ne olup biteceğinin heyecanı sarar sizi. Misal Dr. B nin yaşadığı her anı iliklerinize kadar yaşar, bir dahaki hamleyi düşünürken adımlarınızı bir o yana bir bu yana onunla beraber atarsınız. Ya da Nuh Tufan’ın arkasından iş çevrilirken aslında sizin arkanızdan iş çevrildiğini kitabın son sayfasını çevirmeden biraz önce anlarsınız. McMurhy, toplumun deli diye etiketlediği insanları uyandırmaya çalışırken davasında içten içe destek olur, ona uyguladıkları şoktan sonra ne olacağını nefesinizi tutarak beklersiniz ve daha birçok dünya. Her birinin kapısını aralar, şöyle bir bakar çıkarsınız. Bir yandan dünyanı bir balon gibi şişirirken bir yandan da elini kolunu bağlayıp seni o büyüyen dünyaya sığdıramayan garip bir hal. Koca bir ironi.
Bugün bir kapıyı aralamaktan ziyade geçmişi yaşamak için bu binadayım. Kitaplar, her ne kadar şu anın öncesinde yazılsalar da onlara geçmiş diyemeyiz. Hele de onlar her okuyanla canlanıp yeniden yaşamlarını sürdürürlerken. Peki ya benim dünyamda geçmiş midir kitap? Bence geçmiştir. Ben kapattıysam o kapıyı artık, açtıkça anılarım canlanır. Eğer hala yoksul ve boş odalar onu hatırlatıyorsa bana, ben tanık olduysam kapının arkasındaki saklanışlarına; elbette gördüğüm her eski paltoda Raskolnikov beyin kıvrımlarımın arasından görünmese olmaz mesela.
Şimdi onlarca dünyanın içinde durup gözlerimi yumuyorum. Nasıl da özlemişim bu kokuyu. Camdan dışarıya bakıyorum. Kim bilir altlarından kaç kez geçtiğim sokak lambaları. Buradan tek başıma yürümeyi her zaman daha çok sevmişimdir ve her şeyin tam hayalimdeki gibi olması için kulağıma bir de ney üflenmesi gerekir. En sevdiğim zamana en sevdiğim mekanı ekleyip içinden şu anı çıkarıyorum. Geçmişin önünde saygıyla eğilerek masada kavuşturduğum kollarımın üzerine bırakıyorum başımı.
Gerçek aleme döndüğümde onlarca dünya arasında küçük bir kütüphanenin cam kenarındaki masasında oturduğumu fark ediyorum. Başımı kollarımdan kaldırıp camdan dışarı bakıyorum. Kim bilir altlarından kaç kez geçeceğim sokak lambaları. Neyse ki bazı alemleri bazı alemlere taşımak mümkün. Aralanacak kapılar hep bulunuyor da kendime acilen bir sırdaş bulmalıyım.

7 Mart 2016 Pazartesi

Ben bilmem ki neyi bekledim?

Saniyeler hızla geçti, vakit br su gibiydi. Berrak...
Önce yaz gelmişti
Sonbahar ı hep kış takip etti
Bahar geldi;
Vakit artık seni göstermişti. Gelişin bahar gibiydi. Çocuklar seksek oynardı sokaklarda;
Ben seni beklerdim.
Seni beklerdim bir annenin
Elinde ekmek ile çocuğunun peşinden koşuşunun azmi ile,
Akşam ezanından sonra dışarıda oyuna devam etmek isteyen çocuğun ısrarı ile.
Ve hala pencereden sokağa terlik fırlatmamış olan annenin sabrı ile. Sabır ile ama farkettirmezdim beklediğimi kimseye. Hep yürürdüm duraklara aldırmadan. Sırf beklediğim belli olmasın diye.

Hani yalan söyler ya anneler;
Baban geldi içeri gir diye.
Sokakların çocuklarla dolu olduğu yaz akşamları...Bilmem ki hangi zamandan bahsediyorum ben?
Bir çocuğun babası ile şiir kaseti seçtiği günler, Işıklı ayakkabıların çocukların rüyasını süslediği geceler.
Birini bekleyen bir genç; Bilmem belki cam kenarlarında, Belki otobüs duraklarında. Bizim farkına varamadığımız İstanbul'un dar sokaklarunda.

Bir okul kapısın da
Yasakların olduğu kapılar da
Hayallerin çalındığı
İnançların, düşüncelerin esir alındığı
Özgür yapılarda...

Bir mitingde
Şiirin durgunluğunu yırtmış olan ezgilerde
Birileri hep birilerini bekledi...

Bilmediğim vakitlerde
Yaşamadığım coğrafyalarda
Suyun gelmesini bekleyen bedeviler gibi
Ben hep seni bekledim
Dünyayı kurtarmanı
Bende varım diye haykırmanı
Yaratılmanın vefasını
Senden bekledim

Ben yalnız çıkamadım kuru kalabalıklardan
Yalnız çıkamadım bu yola
İz bırakamadım arkamda
Hep seni bekledim
Yol aç diye, yoluma çık diye, ışığım ol diye.
Ben hep seni bekledim ama senin gelmeni hiç istemedim. Zor geldi çıkacağımız yol. Engebeler korkuttu gözümü. Ey yoldaş bana sorsalar sen hiç gelmedin. Ruhumun kapılarındaki zincirlere el süremedin. Ey cesaret, gençliğim sen hiç gelmedin. Geldiysen de ben görmedim yada görmemezlikten gekdim. Beklemenin kolaylığında kaybolmuş kapatmıştım kapılarımı, yolun sonunda ki huzuru düşlemekten çok yoldaki taşlarla vakit geçirdim. Ben herşeyi senden bekledim gelip kolumdan asılmanı, yollarda ki taşları kaldırmanı... Ben yolu senin bitirmeni bekledim.
Ben belki de hiç seni beklemedim. Herşeyi senden bekledim..

1 Mart 2016 Salı

Sevdegül Köseoğlu'na :)

Bugün bir değişiklik yaptım
Senin için attım adınlarımı
Önce bir şiir seçtim
Her zamankinden
Biraz baharlı
Sonra bir kitapçı gezdim
Aradığımı bulamadım
Senin için bir kitap bulamadım.
Çıktım
Gezdiğimiz sokakları turladım
Caminin birin de bir vakit namaz kıldım
Sonra oturdum
Merdivenlere
O yıkık evin önüne
Seçtiğim şiiri okudum
Sana bir şiir okudum
Sonra
Sana bir şiir yazdım
Kendi kendime senin doğumunu kutladım
Sevindim
Mutlu olduk sokaklardaki çocuklarla
Sen doğdun diye
Artık mart oldu
Bahar geldi diye 😊

20 Şubat 2016 Cumartesi

En çok...

En çok uyumadan önce hissediyorum yokluğunu
Kapatmak üzere olduğum gözlerim seni düşleyerek dalıyor uykuya
En çok kalabalıklarda özlüyorum seni
Koca sesini
İnsana neşe veren hareketlerini
Kahkahalarını daha çok
En çok seni arıyorum
Raylarda
Yaptığımız yolculuklarda
Martılara simit attığımız vapurlarda
O günleri arıyorum
Seninle neşelenen iftar sofraları
pazarları
Sevdiğimiz börekleri
Bindiğimiz bisikletleri
En çok seni ararken kayboluyorum
Öğrettiğin sokaklarda
Karşıdan karşıya geçerken tuttuğun elim şimdi boşlukta
En çok yeşil ışık yandığında korkuyorum o yüzden
En çok seni hatırlıyorum
Her siren sesinde
Ölüm feryatlarında
Cuma salalarında
Bazen bir şiirde
Bazende bir soğan dolmasında
Ama en çok salı pazarlarında


Ben en çok seni özlüyorum
Her yerde
Her gülüşte
Her yemekte seni arıyorum
Senden bir parça buluyorum
Sonra kendime bakıyorum
Senin parçana
İlk göz ağrına
Hep o bebekken sarıp sarmaladığın fotoğrafa dönmek istiyorum
İlk fotoğrafımıza
Yada ilk seyahatimize
Belki de ilk tartışmamıza.
İşte böyle baş ediyorum yokluğunla
Hasretime hasret ekleyerek
Daha çok hatırlayarak seni
Kaybolana kadar arayarak rüyalarda
Özleyerek özlemenin zevkini alırken
En çokları yaşıyorum
Her gün bir yenisini katıyorum
Her yeni günde eksikliğinin buruk acısıyla uyanırken
En çok dilimin hasret kaldığı kelimeyi haykırmak istiyorum
Büyük anlamlar yüklediğimiz
Cesur kelimeye ne kadar da uzak düştüğümü anlıyorum.
Ve ben hiç bir yerde babamın fındığını bulamıyorum.






15 Şubat 2016 Pazartesi

SÜRÜKLENDİM ; bir gemi gibi

An itibari ile üç yazıya başladım. Bu da dahil. Mekandan mıdır, havadan mıdır, uzaklıktan mıdır yoksa tamamen kelimelerin çırpınışından mıdır bilmem...  İkisinin ilk cümleleri yazıldı, sonrası ne olur cidden haberim yok. Bu yazı hala devam etmekte. Cümleler peşi sıra geliyor bir kasette ard arda çalan şarkılar gibi. Önce 90larsan çocukluğunuzdan bir parça gibi bana bir masal anlat baba gibi, sonra anlamsız bir biçimde günümüze dönüşümüz gibi... Bir önceki cümleyi nasıl planlamadıysam bu cümleyide öyle planlamadım. İnanın bana bir sonraki kelimeden bile haberim yok. Tıpkı bir okuyucu gibi yazıyorum sözcükleri sevgili okur. Çünkü bende bir okurum hemde bu yazının okuyucusu. Bu yazı bittiğinde ilk ben okumayacağım önce size okutacağım. Bilmiyorum yukarıda ne oldu. Ve aşağıda daha fazla ne olabilir. Merakta etmiyorum çünkü merak ettikçe planlar yapar insan. A planı b planı yada a cümlesi b cümlesi...
Plan yaptıkça yorulur , Yoruldukça dinlenme planları yapar. Ama dinlenemez. Tamda bu yüzden  bir sonraki cümleyi merak etmiyorum. Ben şu an yazdığım cümleyi bile merak etmiyorum. Yazmayı tercih ediyorum. Hep bir merak çemberindeyiz değil mi. Kurtulmaya çalışsakta beceremiyoruz. Ben ne kadar düşünmüyorum desemde bu yazının sonu nereye gidecek diye bir kuytu var beynimin her hangi bir bölgesinde. Ameliyatla ulaşamayacığımız bir noktadan bahsediyorum. Cerrahlar bilmez orayı , hiç bir anatomi kitabındada yer etmez. O kadar yok olan ama bizi mahveden kuytularımız. Eğer olsaydı kitaplarda, bizi kitaplarda olmayan başka bir şey mahvederdi. Mahvolmaya mahkumuz tıpkı merak edip planlar yapmaya mahkum olduğumuz gibi. Biz meraklarımızın ve planlarımızın arasında boğuluyoruz, sonra buhranlara sürükleniyoruz. Halbuki kurtulabilsek bizi esir kılan düşüncelerimizden belki başkaları içinde çabalarız. Ben özgürgürken onlar tutsak olmasın! Ben yaşadığım coğrafya sayesinde özgürken ,onlar coğrafyanın kaderine mahkum olmasın.
Mahkumiyetlerimiz. Bizi hep bu mahkumiyetler mahvetti. Kederlenmiyoruz çünkü farkedemiyoruz, farkettirilmiyoruz. Bizi kurtaracak eli beklerken kendi elimizi yumruk yapıyoruz. Kelimelerden yumruklara nasıl geldik anlamadım. Sürüklendim farkında olmadan etrafıdaki yumruklara kayıtsuz kalamamışım, kalamayışım. Üzüldüm şu an. Üzülmenin çaresi geri dönemem ama daha fazla pişman olunası geri dönülesi düşüncelere izin vermeden tamamlamalıyım bu yazıyı. Ben üzüldüğümede üzülürüm iyisi mi üzülmekten korkmayalım. Üzülmek kimi zaman iyi bir duygudur belki de. Bir dakika:

Ne diyorduk kuytular..
Kuytularımızda planlar, planlarımızda mahkumiyetler ve mahkumiyetlerimizde pişmanlıklar kök salacak, belkide kök salmayacakta bir gemi olacak bizde o gemiye binip sürükleneceğiz.. Yok yok öyle birşey olmayacak çünkü siz benim yaptığımı yapmayacaksınız, belki de o gemiye hiç binmeyeceksiniz.