22 Aralık 2014 Pazartesi

TELAFİ

  Üşüyorum dedi. Camı kapatır mısın? Camı kapatmak istemiyordum klostrofobim vardı çünkü, havasız kalmaktan korkuyorum da diyebiliriz. Cam kapanınca o minicik oda da havasız kalacaktık. Ama onun üşümesini de istemiyordum.Bu aynı lisede arkadaşıma kopya verirken yaşadığım bir duyguydu. Kopya vermekten korkardım kalp çarpıntım o kadar çoğalırdı ki kalp krizi geçiriyorum zannederdim. Ama onun düşük not almasını da istemezdim,yardım ederdim. Sınav bittikten sonra anlardım ki kalbim sağlam kalmış. Hiç bir şey olmazdı. Bu yüzden kapattım camı. camı tekrar açtığımda havasızlıktan ölmediğimi anlayacaktım.

   Çoktan bunalmaya başlamıştım bile. 10 yaşındaydım enkaz altında kalan bir arkadaşım anlatıştı nefessiz kalmanın ne demek olduğunu. O gün bu gündür korkarım.Mesela ben evimden uzakta ölmekten de korkarım.

  Camı kapattıktan sonra hırka isteyip istemediğini sordum,istemedi..Bu soru için biraz geç kalmıştım sanırım. Zaten ben derslere de geç kalırdım. On dakika bile olmadan camı açabilir miyim diye sordum. Aç dedi. Kendime geldim birden,oda bunun farkına vardı. Muhtemelen kış aylarında nasıl dayandığımı düşünüyordu ama ben problemimi dillendiremediğim için soramıyordu. Sorsa söylerdim evimde her zaman bir pencerenin azda olsa aralık kaldığını, ve hava temizleyici kullandığımı ama sormadı. Yağmur yeni dinmişti oturduğu iskemleden kalkıp pencereye yaklaştı toprak kokusunu içine çekti. Biraz dışarıyla ilgilendikten sonra duvarda asılı olan tabloyu incelemeye koyuldu. Muhtemelen cam kenarında üşüdü ve en uzak olan duvar kenarına gitti. Bu defa camı kapamadan sordum hırka isteyip istemediğini. İyi olur cevabını alınca mutlu oldum nedense,benim yüzümden üşüdüğü için vicdan azabı çekiyor olmalıydım sanırım. Kapağı kırık olan dolabımdan en kalın hırkayı çıkarttım verdim. Aramızda henüz cam ve hırka muhabbetinden başka bir iletişim olmamıştı.

  Ancak fark ettim ki mont bile versem üşüyecekti. Hasta olmasını istemezdim,bu defa camı kendi isteğimle kapattım. Böyle durumlar olduğun da kendimi çok iyi bir insan zannederdim.

  Halbuki ben iyi biri değildim. Dert dinlemez, arkadaşlarımın halleriyle hallenmez,sokakta yürürken zorlanan teyzeye yardım etmezdim.Bunlara rağmen kendimi iyi biri sanırdım çünkü kimseye zarar da vermezdim,komşularımı rahatsız etmezdim,hatta çok sessizdim ve insanların bundan memnun olduğunu düşünürdüm. Meğer öyle değilmiş,ben kötü biriymişim.

  Mesela yan dairemden sesler gelirdi,kadın feryat figan bağırırdı adamda susturmak için daha çok döverdi. Ben bunu duyduğum halde müdahele etmezdim yahut polisi aramazdım,sessiz biriyim ya etliye sütlüye karışmam. Ama artık sesler kesildi kadıncağız aşırı darptan vefat etti.

  Liseydeyken kopya verdiğim arkadaşım.. Geçenlerde duydum hırsızlıktan ve yolsuzluktan dolayı cezaevindeymiş. Galiba ona bunu ben öğrettim!

  Arkadaşlarımdan birinin kızı hastaymış ve yakın zaman da işten çıkarılmış. Aslın da bana anlatmıştı ama o kadar duyarsızım ki anlatılanlara umursamamışım. Daha sonra nasıl olduysa tekrardan duydum bu durumu. Ben kendimi kommensal yaşam süren biri zannederken farkettim ki insanlara zarar veren biriymişim.

  Şimdi açarsam camı arkadaşım üşüyüp hasta olacak ama ben yaptığım kötülüklere bir yenisini eklemek istemiyorum.

  Cam kapalı,kalp atışlarım normal ve çaylarımız sıcak. Şimdi arkadaşımla kızı için çözümler üretmeye çalışıyoruz,bulamıyoruz ama uğraşmam bile onu rahatlatıyor biliyorum.

  Bazen bazı vakitlerin telafisi olmaz,dostluğun,sağlığın,giden nefesin ,vaktin, kalemin ,mürekkebin, kelimenin ve göz yaşının telafisi olmaz. Ama telafi edemeyeceğimiz olaylar yaşamımızın geri kalanını telef etmemize mani olabilir.

17 Aralık 2014 Çarşamba

Dokuz Taş


Ertelediklerim var. Günleri aylara, ayları yıllara çevirmişim zaman akıp giderken. Bir de baktım ki erteledikçe unutuyorum yapılacakları, bir de baktım ki giderek yapılamayacak hale geliyor bazıları.

Bir dağın zirvesine tırmanıp güneşin doğuşunu bekleyecektim mesela bir yaz sabahı. Elimde bir kağıt, bir kalem. Güneş ufukta henüz göstermeye başlayacaktı ki kendini, ben çizmeye koyulacaktım. O yükseldikçe silip daha yükseğe karalayacaktım, sonunda onu sabitleyemeyeceğimi anlayıp seyre dalacaktım. Tam hizama geldiği vakit pılımı pırtımı toparlayıp uzaklaşacaktım oradan, insanlar çoğalmadan. O zaman olsaydı böyle yapardım. Sevmezdim kalabalığı. Hala sevmem ama kopamam da. İnsan toplumsal bir varlık nihayetinde, arada bir tek başınalığın gerekliliği unutturulan. 

Sonra daha sokak oyunları oynayacaktık. Sokağın sadece bizim bildiğimiz veya öyle zannettiğimiz ücra bir köşesinde saklı dokuz taşımız... Bakalım kim devirecek diye heyecanla beklediğimiz o anlar ve sonrasında tüm sokağı koşarak tavafımız. Hepsini yeniden yaşayacağım inancındaymışım ilk fırsatta.

İlk fırsatta? Hiç olmamış galiba. Fırsatını bulamadıkça elbet bir gün oynarız kanısına varıp büyüdüğümü de unutmuşum. Artık oyun oynama yaşımı çoktan geçtiğim yüzüme vurulduğunda hatırladım büyüdüğümü. Babam gibi biz çocukken diye başlayan cümleler kurma yaşına geldiğimi farkettim. Yine bir yerlere koştururken bir direğin arkasına saklanılmış üst üste dizili dokuz taşı gördüğümde bu buraya mı saklanır hiç diye düşündüğüm an anladım, büyüdükçe neyi nereye gizlememiz gerektiğini daha iyi öğrendiğimizi.

Bir şeyleri dağıttığımda nasıl kaçacağımı daha iyi biliyorum mesela artık. O zamanlar her türlü zorluğa göğüs gerip yükseltirken dağılan taşlarımı göğe doğru, inanıyordum. Görmezden gelmiyordum dağılan parçaları. Direniyordum, çabalıyordum ve başarıyordum da. Şimdi olmuyorsa olmuyor diyor, her birini hayat denen bu gelip geçtiğimiz sokağın dört bir yanına bırakıyorum. Uzaklaşıyorum. Koşmaya gücüm kalmamış sanki yorulmuşum, toparlamak ağır mı geliyor ne?

Birkaç kişi yardım ediyor bana. O kadar az ki sayıları, saymaya korkuyorum vesselam. Ya da bir yanlışımda arkalarını döneceklermiş de iyice dağılacağım endişesi yaşıyorum. Adımlarımı yavaş ve sağlam atıyorum bu yüzden. Emin olmalıyım kendimden. Ben yavaşladıkça zaman daha da hızlanıyor sanki. Ben yavaşladıkça ayaklarım ağırlaşıyor; kollarım sarkıyor bedenimden, bana ait değillermiş gibi. Gözlerim kapanıyor usul usul. Sanki birilerinin kontrolünde sağdan soldan patikalara sapıyorum. Olmadıkça daha da dağılarak dönüyorum. Bir daha, bir daha deniyorum.


Birkaç kez tökezleyip birkaç darbe yediğimde kendime geliyorum. Kapandığı gibi usul usul açılıyor gözlerim. Bir mana sapağına dalıyorum. Dayanağın anlamını arıyorum. Sapağın başında dizili dokuz taş. Hay Allah bunu her arayan bulur ki burada. Yoksa arayanlar bulsunlar diye mi bu kadar meydanda, bu kadar aşina? Derinde aradığımdan mı göz önünde olanı bu kadar boşladım, erteledim acaba? Sonra sonra... Gelemedi, o sonra. İşte şimdi taşlar burada, tam yanı başımda...

9 Aralık 2014 Salı

Susmak...


Günleriniz durgun mu geçer genelde, sakin misiniz? Kimse soruyor mu size hatırınızı? Kalmamıştır belki de hatırınız hiç kimsede. Peki, haliniz var mı anlatmaya en başından? Yaa… Alışık değilsiniz demek anlatmaya. Hiç denediniz mi yoksa başından mı kararlısınız susmaya?
Susmak çare değildir yalnız bilesiniz. Susmak, bugün güldürür belki yüzünüzü ele güne; yarın ise baş başa kaldığınızda kendinizle durduramazsınız yaşlarınızı, sızar gözkapaklarınızın arasından, engel olamazsınız. Olmayın da zaten. Önermem. Yoksa çatlarsınız, Allah korusun. Ruhen yani. Durun durun, çatlamak demişken; bizim mahallede Çatlak Remzi diye bir amca vardı, onu anayım.
Deli gözüyle bakardı da mahalleli, onlar bilmez ben bilirim, aslında hepsinden akıllıydı. Derin mavi gözleri vardı. İnanır mısınız, gözleri berrak bir denizi andırırdı. İçine dalıp da yüzesiniz gelirdi adeta; ama o izin vermezdi. Derinleri kirliydi denizinin. Korurdu bizi, şimdi anlıyorum. Bir mahallenin tatlıcısını bir de biz çocukları kovmazdı yanından. Tatlıyı çok severdi, hep buna yorardım Tatlıcı Lütfü Amca’ya olan yakınlığını. Lütfü amca ölünce anladım, tatlı değildi sevdiği. Çünkü Remzi Amca o günden sonra hiç tatlı yemedi. Mahalleyi terk edip de gitmeden önce kulağıma bir şeyler fısıldamıştı. Hiçbir zaman anlam veremediğimiz esrarengiz cümlelerinin tadında konuşmuştu yine benimle: “Lütfü Amca’n benim gözlerimin içine dalardı, siz de kıyısında yüzerdiniz. Onlar ise asla yaklaşamazlar, asla!” dedi kaşları çatık, kahvede oturan amcaları göstererek.
Bir daha da görmedim Remzi Amca’yı. Görseydim bir halini sormak isterdim elbet, hatırı vardı bende. Büyümüştüm ya artık, belki izin verirdi gözlerinin derinine inmeme belki yüzerdim yine kıyısında. Kim bilir, belki de yakınına bile yaklaştırmazdı beni. Ama siz bilmezsiniz, benim gibi susanlara acıyarak bakardı Remzi Amca. Görürdü geleceklerini de sormaya hali yoktu garibin.
Susan insan sakindir, ancak huzurlu değildir bilirim. Sonumuz belli mi dersiniz? Yok yok telaş etmeyin; Remzi Amca tatlıya açtı, ondandı çatlaklığı. İşte bu yüzden geri çevirmemek gerekir önümüze sunulan tatlıları.




10 Kasım 2014 Pazartesi

GERİ DÖNMEYE GELDİK

   Bu yazının oluşum aşamasında büyük payı olan dostum Emine Nur DEMİRCAN 'a teşekkürü bir borç bilirim...
  Her şeyin olacağına vardığı bir dünyada yaşıyoruz ama herkeste bir telaş bir acelecilik. Nedir bu anlamıyorum ki. Ne oluyor yani ;dünya önümüzde biz de onu mu kovalıyoruz? Aslında şöyle oluyor biz bir sürü planlar yapıyoruz kafamızda resimler çiziyoruz yaşamak istediğimiz olayları kurguluyoruz ama kader denen şey karşılıyor bizi her olayımızda. Sadece bizi değil herkesi. Kimini bir savaşla karşılıyor kader,kimini bir teröristin silahından çıkan kurşunla. Bazı insanları küçük şeylerle imtihan olurken bazıları da büyük travmalarla imtihan olur.Ama unutmamak gerekir her imtihanın büyük olduğunu. Çünkü büyüklük görecelidir ve bütün imtihanlar zordur.
    İmtihanı kolaylaştırmak çoğu zaman bizim elimizde olsa da yapmıyoruz yahut yapamıyoruz. Ellerimizi semaya açıp dua etmek yerine 'kısmet buymuş napalım' sözleri dökülüyor dilimizden. İtaat ile başlayan cümleyi napalımla sonlandırınca nasılda isyankar oluyoruz. Halbuki sadece bir kelimeyi değiştirmemiz yetiyor imtihanı kolayca verebilmemiz için. Ağzımızdan dökülen cümle 'kısmet buymuş elhamdülillah' olsa hem itaatkar oluruz hem de dua halinde oluruz. Bazen farkındalık gerekiyor. Bir sözcüğün neleri değiştirdiğini bilmek gerekiyor. İncecik bir çizgi var isyankarlık ve itaatkarlık arasında. Damağımızdan dökülen tek bir kelimedir bize cenneti kazandıracak olan yahut cehenneme mahkum edecek olan. Tıpkı optik kağıtta kaydırma yapmış gibi. Tek soruda kaydırma ve bütün emekler çöpe ...      
   Yine döndük dolaştık optik forma,sınava haliyle dünyaya geldik. Çünkü buradan ayrılma fikri bize iyi gelmiyor. Hazır değiliz belki, belki de çok alıştık burada yaşamaya. Ama hangi sevgi Allah sevgisinin üzerinde olursa onun imtihanı da ağır olur. Ölümün güzelliğini anlayanlar ancak Şeb -ü aruz derler ölüm gecelerine. Buraya alışmayıp gerçek hayata, ab-ı hayata hazırlık yapanlar , bu fani hayata neden geldiğini unutmayanlar ve gerçek sevgiyi tadanlar varır ölümün güzelliğine. Biz bu dünyaya geri dönmek için geldik ; bunu anladığımız gün ölüme kavuşmayı bekleyeceğiz.


30 Ekim 2014 Perşembe

GERİDE KALANLAR

   Bir kalem ve bir kağıt,aslında defter. Özlemişim limon başlı tükenmez kalemimle,arkadaşımın hediye ettiği sarı yapraklı bu defteri. Tabi özlediğim başka şeyler de var. Mesela küçükken kardeşimle 5 katlı apartmanımızın içinde büyük bir ağacı olan minik bahçesinde annemi beklediğimiz günleri...
   Annem nikah şekeri yapardı evde. Ürünleri teslim edip parasını tahsil edince de bize dondurma alırdı sokağın başındaki bakkaldan. Annemin bizimle ilgilenmek için nikah şekerini, bizim uyuduğumuz vakitlerde yaptığı günlerden bahsediyorum. Babamın geceleri taksiye çıktığı günlerden. Ya da yemek yerken annemin zihinden problemler sorarak pratik yaptırdığı günlerden. Zihinden problemler kitabım/kitaplarım vardı annemin elinden düşürmediği.
   Kendisi imam hatipin orta okulundan mezundu ama her zaman derslerimizle o ilgilenirdi. Çünkü azimli ve zekiydi. Sayesinde matematiğim hep iyi oldu. Sobanın başında çalıştığımız matematik dersleri bu yaşıma kadar hep işime yaradı. Ve kardeşimin de. Çünkü annem bana ders çalıştırırken uzaktan doğru hep dinlermiş. Okumayı kendi kendine öğrendiğini çok sonra anladık.
   Kardeşim ilkokula başladığında artık kırtasiyemiz vardı ve annem biz uyanıkken de çalışmak zorundaydı. Bu sebepten olacaktı ki kardeşim ikinci sınıftayken matematikten düşük not aldı. O an itibariyle evde seferberlik ilan ettik. Beyaz tahta alındı,takviye kitaplar tamamlandı. Bir aya kalmaz matematik problemi halledildi ve kardeşim aldı yürüdü. Okul birinciliği,fen lisesi,tıp fakültesi...
   Yine bugünlere geldim. Çok hızlı oldu. Biraz geri saralım. Doksanların sonu olabilir mesela. O seneleri net hatırlıyorum. Kardeşimle aynı kıyafetleri giyinip ikiz gibi dolaştığımız zamanlar. Tabi bir de annemin diktiği o birbirinden güzel elbiselerimiz. Her detayını düşünürdü çizgi film kahramanını bile dikerdi elbisenin bir köşesine. Önce ben giyerdim sonra kardeşim daha sonra kuzenim. İstese teyzem giydirmezdi,yenisini alabilecek durumları vardı. Ama yine de giydirirdi...
   Geçenlerde markette bir baba gördüm. Çocuk tarifi ile abur cubur rafını doldurmuştu sepete. Aklıma babam geldi. Evin marketini hep o yapsın isterdik. Çubuk kırakeri,petibör bisküviyi,napoliten çikolatayı,gofreti ve annem sevdiği için fıstık çikolatayı almadan gelmezdi. Gereksizdi ama babam severdi gereksiz harcamayı. Bize de gereksiz gelmezdi çocukken. Nereden bilelim. Aslında bilmekle de alakası yok bana hala gereksiz gelmez bir babanın çocuklarını sevindirmesi.
   Bir de İstanbul'daki o sıkışık apartmanlarımızın olduğu sokağımız. O kadar sıkışıktı ki arka taraftaki balkondan karşı apartmana  geçebilirdik. İki apartman arasındaki minnacık boşluk da adeta çöplük gibiydi. Unutamam,unutulmayan çok şey var. Sayfalara sığmaz. Beynime ve kalbime sığdırdım ama. Zaman zaman geliyor böyle aklıma o minik, ortasında kocaman holü olan,sobanın bütün her yeri ısıttığı evimiz,babamın eve gelemediği geceler.
   Bir de o gecelerde olan depremler. İki deprem hatırlıyorum. İkisinde de babam işteydi. İkisinde de alt komşumuz Aziz amca indirmişti bizi aşağıya.  Allah rahmet eylesin.

   Şimdi ne babam bu dünyada ne de Aziz amcam. Herkes göçüp gidiyor.Hayatlarımıza bıraktıkları üç beş çocukluk anısıyla kocaman bir özlem kalıyor.Baba hasreti ve yarım kalan hikayeler yer ediyor..

29 Ekim 2014 Çarşamba

KUŞLAR


Şuraya bak! Uçuşan bir sürü kuş. Bir o yana bir bu yana çarpıyor, sonra sersemleyip yerde buluyorlar kendilerini. Yaralarını sarmak çok uzun sürer. Bazıları ölüyor, biliyor musun? Hayır, bilmiyorsun. Çünkü senin dünyanda kuşların uçuşabileceği bir gökyüzü yok. Mavilikten yoksunsun, bulutlardan da. Kuşların olsa ne olacak sanki onlara biraz simit atacak vaktin bile yok. Kuşların karınlarını doyurmak gerekir,  yoksa ölürler. Göremezsin gökyüzünde bir daha. Özlersin. Yani ben özlerim, seni bilmiyorum.  Üstelik vefalıdırlar da. Karınlarını doyurdukları yerden ayaklarını kesmezler. Bazı insanlar bencillik olarak görür bunu. Alakası yok. Kuşlar özler. Gelmişken de birkaç parça simitinden tatmadan gitmezler. Eve gelen misafirler gibi.
Sen başını kaldırınca bir tanesi havalandı gördün mü? Bu senin içindi. Sana şimdi bildiği en güzel dans gösterisini yapacak. Önce yavaş yavaş havalanacak, sonra usul usul dönecek gökyüzünde. Yapma ne olur! İndirme başını. Büyük bir hızla yere çakılacak yoksa. Bu sefer çok ağır olur için. İnan bana havalanamaz bir daha. Zor görürsün böylesi bir güzelliği ömründe. Kime laf anlatıyorum sanki. Çok da umurunda. Öldürdün onu.
Kendine o kalın tuğlalarla ördüğün duvarların…  Farkında mısın bilmiyorum ama yok gibisin. Yaa! O duvarlar kuş leşlerinden korunmak için mi? Doğru, unutmuşum öyle bir ihtimal de var değil mi? İnsan görmediğinden korkarmış ya hani. Ben bir gör derim kuş leşlerini. İçin acır da, belki insafa gelirsin. Tabi ya kuşlar. Bak şu havalanan da benim içindi. Ama bu sefer eminim yere çakılacağına ve tam da senin çatına.
Sana son bir şans vermiştim onların muazzam danslarını izlemen için. Belki ölene dek gökyüzünde kalırlardı, ebabil kuşları gibi. Sen bilmezsin ki ebabil kuşlarını. Benimki de laf. Başını pencerenden dışarı çıkarıp da baktığın mı var. Benim için ördüğün duvarlarsa boşuna, bilmiş ol. Sen ne kadar öldürsen de kuşları, ben aşıp duvarlarını, onlarla beraber uçacağım. Kararlıyım.

“Bak gör!”

“Bir şey mi dedin?”

29 Eylül 2014 Pazartesi

Aklın Nerede Senin?

Sandalyeye oturduğundan beri yerdeki fayansları inceliyordu. Kahve tonunda taşların arasından geçen beyaz çizgileri izlemeye başladı. Takip ettim gözlerini. Önce bir müddet düz gitti, ilerde sağa kaydı, az daha ileri ve sonra sola, bir taş miktarı kadar daha ilerledikten sonra tekrar düz devam etti. Gayet yavaş ilerliyordu gözleri, böyle yazınca hızlı gibi oluyor. O ana kadar hiç göz göze gelmememize rağmen odada bakışlarını takip eden tek insan olduğumu anlamıştı da sanki gezindiği beyaz çizgi benim ayakucumda bitti ya da gerçekten engel oluyordum önceden rotasını belirlemiş olan bu göz yolcusuna.
Ayakucumda bir süre sabit kalan bakışları yavaşça gözlerime kaydı. Öyle bakıyordu ki gözümün içine bakışlarının beynimi çoktan deldiğine ve yaslandığım duvarın ardını görebildiğine emindim. Bir anda nabzım hızlanmaya, avuçlarım terlemeye başladı. Gözlerimi gözlerinden kaçırma isteği öyle ağır bastı ki içimde ama başaramadım. Hani bazı rüyalar vardır, bağırırsınız ama kimse duymaz. İşte tam da öyle bir şeydi. Bağırdım ama kimse duymadı. Uyanıktım, üstelik bilincim de yerindeydi. Odadaki diğer insanları duyabiliyordum ancak onlar beni duymuyorlardı. Bir süre sonra sakinleştim.
Hemen sağındaki duvara sabitlenmiş sandalyeye oturmak üzere o tarafa yöneldim. Ama gözleri hala gözlerimdeydi. Sanki gözbebeklerimiz arasında bir lastik varmış da başka yöne bakmamızı engelliyormuş gibiydi. Biz uzakken oldukça gergin, ben ona yaklaştıkça kalınlaşıyordu. Yavaşça oturdum sandalyeye. Aramızda beş on karış mesafe ya var ya yoktu. Başımı ona doğru eğip sordum:
-Adın ne senin?
Yeni ayılan bir insan gibi kafasını sallayıp gözlerini kırpıştırdı sorumu duyunca. Sonra saf bir tebessümle cevap verdi:
-Meczup, dedi. Annem öyle söylüyor. Çünkü aklı terk eden benmişim. Nerde terk etmişim, kime emanet etmişim bilmiyorum ama ben terk etmişim. Çok ihtiyacım da olmuyor hani. Senin var da ne işe yarıyor sanki.
Kulağa oldukça anlamsız gelen şeylerdi bunlar. Ama garip ki etkilemişti. Garip ki düşünmeye itmişti beni.
-Nasıl yani? Aklımın bir işe yaramadığını mı düşünüyorsun?
-Sen yaradığını mı düşünüyorsun?
Üzerimdeki etkisi birden sinire dönüşmüştü. Bu da ne demekti şimdi!
-Elbette yaradığını düşünüyorum, aklım olmasa eve nasıl ekmek götürecektim ben? Nasıl okuyacaktım bunca yıl, nasıl yaşayacaktım?
Hocalarım söylemişlerdi hâlbuki bir hastayla asla tartışmaya girmemeliydim. Aptallık bende aklı olmayan, hatta onu terk ettiğini iddia eden biriyle neyin tartışmasını yaşıyordum Allah aşkına. Düşüncemi böldü:
-Benim gibi yaşayacaktın muhtemelen. Sonra senin gibi akıllılar gelip seni inceleyeceklerdi, dedi kocaman bir kahkaha patlatarak. Aklın alamayacağı şeyler vardır hayatta, bir noktaya geldikten sonra akıl bir işe yaramaz. O noktaya gelmeden önce de aklı nerede kullandığın mühimdir. Kullandığın yer derecesinde basamağın değişir. Sen yukarı çıktığını zannedersin yerin dibine geçersin. Peki, söyle bakalım senin aklın nerede?
Bir an gözlerinden kurtulup boş duvara daldı gözlerim. Bir şeyler düşünmem gerekiyordu sanırım. Evet. Evet; bir şeyler düşünmeliydim ve uzun zamandır düşünmediğimi fark ettim, sonra da düşünmek istemediğimi. Düşünürsem kaybolacaktım sanki ve yapmam gereken daha onlarca iş vardı rutininden şaşmaması gereken. Belki de düşünce tembelliği hastalığıma bulduğum ilacı elimin tersiyle itip düşünmemeye karar verdim ve bu anlattıklarının hepsinin boş laflar olduğuna inandırdım kendimi. Bu inancıma yakışır bir cevap verdim:
-Yerin dibine geçen sensin haberin yok, dedim sessizce ona biraz daha sokularak. Birazdan gelip götürecekler seni. Odanda kendinle baş başa görüşürsünüz bu meseleleri. Anlam yüklü zannettiğin anlamsız düşüncelerin ve sen… Bol bol vaktin olacak merak etme.
- Anlamanı beklediğimden değil anlatmamın sebebi, dedi. Siz akıl sahipleri bizleri anlamış olsaydınız anlamaktan bu kadar korkup da bizi o odalara tıkmazdınız zaten. Anlam arayışında bile değilsin kullandığını zannettiğin aklınla, değil anlamı bulmak…
Tam ağzımı açıp cevap verecektim ki beni umursamaz bir tavırla kapıya kaydı gözleri. Üzerimdeki etkisiyle ben de kapıya yöneldim. Birkaç saniye sonra kapı çaldı. İçeri bakıcılardan iki kişi girdi. Doktorun yanına gidip dosyalara bakındılar. İlk kez bir hastayı götürmeye geldiklerinde böyle tuhaf hissettim. Ne kadar inkar etsem de kendimce, etkilenmiştim. Odasına götürülmeden önce nasıl hissettiğini sezmek maksadıyla yüzümü ona çevirdim ki acıyan bir gülümsemeyle derin derin bakıyordu gözlerime. Bir süredir beni izlediğini hissettim. Sakince ayağa kalkıp kulağıma eğildi:
-Akıllı olduğunu iddia edip de arayışta olmayanın aklından şüphe ederim. Aklını kullandığın her bir şeyden hesabın var, bunu asla unutma. Bir gün gelir ki o gün mutlaka gelecektir; ileriye doğru bakarsın, zift karası. Hani nerededir seni bekleyen o aydınlık geleceğin? Gelecek garip bir kavram evlat akıldan akla değişiyor zamanı? Kimi yarın diyor, kimi yirmi yıl sonra, kimi de ruhunu teslim ettikten sonrası… O gün herkes öğrenecek gelecek kavramının asıl manasını? İşte o gün gelmeden önce şair sormuş kendine: “Biz bunun için mi geldik...” Sen ne zaman soracaksın kendine?
Hızla başlayıp yavaşça bitirdi söylediklerini. Daha sonra doğrulup onu bekleyen hasta bakıcıların yanına gitti. Hiç zorluk çıkarmadan kollarına girmelerine izin verdi. Kapıdan çıkarken son kez arkasını dönüp sadece bana gülümsedi:
-Aklını kullan dostum, yerin dibi çok kalabalık, diye bağırdı ve ardında koca bir soru bıraktı;
“Sahi, aklım nerede benim?”

18 Eylül 2014 Perşembe

PASİF DEĞİL SAKİN

    Heyecan lazım bize.Umut dolu günlere ulaşabilmek için. Umut lazım biraz heyecanlanabilmek için.  Biraz dik duruş,biraz samimiyet,yeni bir hareket ve büyük bir dua lazım.
   Yeni başlanılan iyi bir işi bitirecek kadar,başlanmamış iyi bir işe başlayabilecek kadar,bir kişiye daha o heyecanı aktarabilecek kadar heyecan lazımdır bize.
   Bir heyecanımız olmalı yeni bir evin kapısını aralayabileceğimiz,o kapıdan içeriye yeni gönüller sokabileceğimiz,yeni tanıdığımız birini sevebileceğimiz.Sezai KARAKOÇ un dirilişçi tanımında ki gibi bir heyecan;pasif değil ama sakin. Rahatsız etmeli kimseyi,tam üzerimize oturmalı ne sıkmalı ne de bir beden büyük gelmeli.Ne sessiz olmalı ne de gürültülü. Her şey tam kararında ayarında olmalı.
    Sokaklarda yürürken adımlarımıza eşlik edecek bir düşünce bu.Yazı yazarken kalemimize,konuşurken kelimelerimize,ağlarken gözyaşlarımıza,gülerken tebessümlerimize eşlik edecek bir düşünce bir heyecan.
   Zaman zaman yavaşlamalı mı? Hayır zaman zaman coşkuyla ilerlemeli ama kimi zaman da durulmalı . Coşkuyla hızı ayırt edebilmeli ve her daim sakin olunmalı. Hız yaparsak atlarız. Yapmamız gereken bir şeyi es geçeriz. Hiç bir şeyi atlamamalıyız. Tek tek ince ince ilerlemeliyiz. İpil ipil akmalıyız kalplere,ince bir iş gibi işlemeliyiz düşüncelerimizi,düşlerimizi beynimize.Filistin i düşlemeliyiz mesela 'ÖZGÜR FİLİSTİN 'i. Ama Filistin i düşünürken Suriye'yi atlamamalıyız.
   Gönlümüz,heyecanımız, sevgimiz ;duymayana kulak,konuşamayana ses,görmeyene renk,yürüyemeyene yol olmalı. Kimin neye ihtiyacı varsa o olabilmeli.
   Yeni bir bilinçle birleştirmeli bu heyecanı;iman bilinciyle, islam bilinciyle. Birbirine katmalı. İslamsız heyecanın hiç bir manası yoktur. Yarın giyeceğimiz kıyafeti seçerken sahip olduğumuz,gezmeye giderken sahip olduğumuz heyecanın fiilen hiç bir ehemmiyeti yoktur.
   Görev edinirken heyecanlanmalıyız. Dünyada ki savaşlara karşı dururken... İslama hizmet ederken heyecanlanmalı,bir teyzeye yardım ederken ,bir sohbete giderken,bir kitap okurken,KUR'AN-I KERİM okurken. Kur'an-ı hediye ederken. Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker ( Ali İmran/114) "iyiliği emretmek ve kötülüğü men etmek " anlamına gelen bu ayeti kerimeyi uygularken heyecanlanmaktır mühim olan.
    Ve birbirimizi ,kardeşlerimizi severken heyecanlanmak. Sevgimiz ve iyiliğimiz birleşirse mevcudiyetimiz o vakit başlar. Ancak o zaman kardeşlerimizi istemeyenlere karşı savaşabiliriz.Nefislerimizle ve nefislere köle olmuşlarla,ırklarını üstün görenlerle,başkalarını küçük  görenlerle ,yok sayanlarla başa çıkabiliriz.O zaman karşı çıkabilir ,yanlış düşündüklerini söyleyebiliriz. İşte o zaman ağlayan birinin gözyaşları bizim içimize akmaya başlar;kurak topraklara yağan bir yağmur edasıyla.                                                                                                                                       
   Ağlayanların gözyaşlarını silelim diye,evsizlere ev,uykusuzlara uyku olabilelim diye Rabbim hepimize islamın heyecanını tattırsın ve heyecanımıza heyecan katsın. Amin.


Bir şey yap güzel olsun. Huzura vesile olsun, rikkate yol                 açsın, şevk versin, hakikate işaret etsin.
Bir şey yap doğru olsun. İnsanları yalanın ve yanlışın bataklığına düşmekten korusun. Rüzgâra ve akıntıya kapılmasın; kırılsın lakin eğilip bükülmesin.
Bir şey yap adil olsun. Haktan hukuktan ayrılmasın. Zalime haddini bildirsin, mazlumun payını versin.

  Mustafa KUTLU, Hüzün ve Tesadüf

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Mahkûm Kim?

            
Eski bir cezaevi. Dış duvarları yıkılmış, yıllardır mahkumlarla beraber hapsolmuş avlu özgürlüğüne kavuşmuş. Mahkûmlarsa başka bir tutsak avluya yollanmış büyük olasılıkla. Sadece kırık cam parçaları ve biraz dikkatle bakınca içerideki ranzalar çarpıyor göze. Bir de binanın çatlak duvarları, kim bilir kaç insanın tırnaklarıyla aşındırılmış.

            Çocukluğuma gidiyor ister istemez aklım. O zaman sağlamdı bu avlunun etrafındaki duvarlar. İçeride neler olduğu büyük bir gizemdi bizim için, hala öyle. Televizyonlardan bilirdik içerisini; saz çalan bıyıklı bir amca, haftalık haraç kesen bir kabadayı, filmin masum fakat mahkûm esas oğlanı, şişlenen adamlar vesaire… Belki de hala böyle yer ediyor beynimizde. Gerçeği sadece yaşayan bilir, bu her işte böyledir.

            Hastanelerde rast geliyorum bazen mahkûmlara. Etraftaki insanların dikkatini muayeneye getirilen mahkûm çekiyor, benimse etraftakilerin bakışları. Önce meraklanıyorlar. İtiraf edeyim ben de meraklanıyorum. Neden hapis yatıyor acaba diye düşünüyoruz hep birlikte. İhtimalleri düşünmeye kalmadan yanımda sıra bekleyen teyze yapıştırıyor cevabı: “Hak etmiştir.” İşte bu noktadan sonra suçlayıcı bakışlar başlıyor. Beni düşündürense kimin daha mahkûm olduğu... Kolundan iki kişinin tutup götürdüğü kişi belki de özgür kendince. Hislerini eylemlerine aktarmış çünkü. Onu engelleyen bir şey yoktu suç işlemesi için belki. Ya yanımda oturan teyze? Aklından bir kere bile geçirmemiş midir sahiden birini boğazlamayı? Ya ne engel oldu ona? İnanç, değer, sorumluluklar, sevenleri, sevdikleri… Kim bilir?

            Tartışılan doğru olanın hangisi olduğu değil, kimin daha özgür olduğu aslına bakarsanız. Kafamızdan geçen binlerce düşünce, çevremize yansıttıklarımız ve yansıtmadıklarımız… Hangisi daha ağır basıyor dersiniz?

İçinizden geleni yapın demek mi oluyor bu? Asla değil. Düşünceler kadar beden de hak ediyor özgürlüğü. Fıtratımızdan gelen ya da öğrendiğimiz bazı değerlere sahibiz ve ne kadar az farkında olsak da iç dengemizi sağlayan bunlar. Ancak tamamen de tutsak etmek, haksızlık değil mi düşüncelere. Sahi, bir orta yolu yok mu bunun?

Mahkûm olacak derecede değil elbet hislerim, eyleme döktüğümde. Biraz kalp kıracak seviyede olabilir ancak. Bizden önemli mi peki kırdığımız kalpler? Sorunun cevabıysa yansıttıklarımızla yansıtmadıklarımızın bir teraziye konulup tartılmasıyla çıkacak karşımıza. İşte o zaman göreceğiz yansıtmadıklarımızın kaç yıl hüküm giydiğini.

21 Ağustos 2014 Perşembe

Bir Akşam Vakti

       Bu gün uzun zamandır gözlerimden yaş süzülmediğini fark ettim. Galiba kalbim kuruyor, galiba uzun zamandır derdim yok, galiba uzun zamandır paylaşmıyorum. İnsan sevince paylaşır ve sevince dertlenir. Kendi acısıyla değil başkalarının acısıyla. Ve insan dertleri paylaşır. 
       Bugün akşam vakti cami çıkışında Suriyeli bir çocukla tanıştım. Uzun zamandır yaşayamadığım o duyguyu Rabbim yeniden bahşetti. Türkçe bilmiyordu. Önemi yok bende Arapça bilmiyordum zaten. Çat pat anlaştık yani bence anlaştık birbirimizin ismini öğrendik en azından. Annesinin burada babasının Suriye’de olduğunu öğrendim en azından. Sonra caminin çıkışında kapının önündeki betonda oturduk. Aslında tam karşımızda banklar vardı. Oraya oturmak aklımın ucundan bile geçmedi o sırada.
      Sokak lambasının altında kitap okuma planlarım, bol ağaçlı bir yokuşta yapmayı düşündüğüm akşam yürüyüşüm iptal olmuştu ben hiç farkında olmadan. Bir süre hiç konuşmadan oturduk. Konuşamıyorduk da zaten. Kedi sesleri ve kuş cıvıltıları bizim sessizliğimize renk katıyordu, bir de cami avlusunda abdest alanların açtığı musluktan gelen su sesleri. O etrafın karanlığını, cami avlusunda dolaşan insanları izlerken ben onu seyrediyordum. En fazla yedi yaşında olabilecek bir çocuğun siyah gözlerinde ki içli ve düşünceli bakışları anlamaya çalışıyordum.
       Zamanın ve mekanın işlemediği bir andı. Bir an döndü ve gülümsedi, benimde gülümsemem gerekiyordu ama o an kalbime bir yumruk indi. Anlayamadım neden ona karşılık veremedim. Galiba onun kadar güzel gülemediğim için utandım.
       Babasının ne durumda olduğunu bile bilmiyordu belki ama yine de dudaklarında tebessüm vardı. Yanındaki tabakta bir şeyler vardı. Belki de satıyordu. Çabalıyordu.
       O bize emanetti. O bizim sınavımızdı. O çocuk bizim bereketimiz olacaktı belki. Eğer sahip çıkabilirsek. Hayatımın en güzel bakışlarını yakalamış gibiydim ve biz mutluyduk o cami avlusunda. Ne kadar oturduğumuzun farkında değildim saate bakmamıştım. Bakamamıştım ya da bakmak istememiştim.
       Bir süre sonra yine esmer zayıfça on yaşlarında bir çocuk Ahmeed diye bağırarak geldi. Hüseyin Ahmed’in abisi. Arkasından bir çocuk daha buda 5 yaşlarındaydı. Üçü de birbirine benziyordu. İda en küçükleriydi. Bir an kendimi üç çocuğun arasında buldum. Üç Suriyeli çocuğun... Keşke onlara üç kardeş olmadıklarını onların ablaları olabileceğimi anlatacak kadar kelime bilgim olsaydı.
       Abileri biraz Türkçe biliyordu muhabbet ettik. Muhabbet diyorum çünkü onlara karşı içimde bir muhabbet duygusu yeşerdi. Bir resim istedim onlardan dizildiler ve gülümsediler. Onlar mutluydu, en azından gülüyorlardı. Sokak lambasının altında kitap okumadığım için mutlu olabileceğim bir tebessüm.
       Vakit geç olmuştu. Bunun farkına varmayı hiç istemiyordum ama gitmem gerekiyordu. Sorduğum sorulara göre hep orada oynadıklarını öğrendim. Hep orada koşuşturduklarını… En küçükleri olan Yahya ile koşuşturduk hatta biraz. Sadece peşinden koştum dakikalarca kahkaha attı. Ben oradan uzaklaşırken o hala gülüyordu.
       Onlara gülümseyerek, el sallayarak, istemeyerek uzaklaştım oradan. Elimde bir kaç resim aklımda Ahmed’in bakışları ve kalbime dokunan tebessümler… ve onları gördüğümden beri aklımda çok sevdiğim bir ablamın sözü var. Etrafımızda kimse yok ki ne yapalım dediğimde bana 'sen görmek iste görürsün' demişti. O zaman göremiyordum kim bilir belki de görmekten kaçıyordum. Namazımın sonunda duyduğum birkaç Arapça kelimeyi duyuran Rabbime hamdolsun.
       İki senedir gittiğim cami avlusuna sanki ilk defa gitmişim gibi hissediyordum. Sanki ilk defa o bahçede oturmuşum.
       Ertesi akşamı bekliyorum onları tekrar görebilmek için. Hiç bir şey konuşmadan anlaşabilmek için... Yaşarmayan gözlerime yeni damlalar kondurdukları için onlara kalbim ısındığı için yeniden o çocuklarla bir şeyler paylaşabilmek için yarını bekliyorum...

7 Ağustos 2014 Perşembe

BAZI GECELER

Uyumak zorunda olduğumuz geceler vardır bizim ama uyuyamadığımız .. Sınav geceleri mesela yada ertesi günü önemli bir işimizin olduğu geceler her neyse ... O geceler asla uyunmaz .. Sonra uyumak zorunda olmadıklarımız. Onlar hep bi mayışıktır ama, doğanın kanunu gibi ters işler hep.. Bir de mutsuz olduğumuz geceler kimi zaman bi arkadaşımız üzgün diye kimi zaman sevdiğimiz birini kaybettik diye kimi zaman sadece canımız istediği için mutsuz olduğumuz. Bir de zamansız gülüşlerimizin olduğu gecelerimiz vardır. Belki seyahat planı yapmışızdır belki de sevdiğimiz bir misafirimiz gelecektir, kim bilir radyoda tam biz uyuyacakken sevdiğimiz şarkı çalmaya başlamış da olabilir. Vakitsiz tebessümler hep huzur verir insana. küçük bir mesajdır belki de mutluluk sebebimiz yada annemizin sesidir. Hayat bazen geceleri hareketlenir bizim için kimi zamanda gündüzlerimiz canlıdır gece sadece uyuruz.. Sabahtan aksama kadar sevdiklerimizle olduğumuz günlerde, mutluluktan yorulup ertesi gün yine mutlu olmayı hayal ederek uykuya daldığımız geceler. Bazı vakitlerde de hayal kurarken uyuyamayız, herhangi bir filmin veya kitabın sonunu bekler gibi bekleriz hayalimizin sonunu. Ve ne zaman yaşamak istemediğimiz bir hayal kursak onun gerçekleşeceğine inanırız. Evet kimi zaman gerçekleşir tıpkı bazı güzel hayallerin gerçekleştiği gibi. Ama bazen de asla gerçek olmaz o hayallerimize hakim olan felaketler, tıpkı hiç bir zaman gerçekleşmeyen güzel hayallerimiz gibi. Ben ne zaman tebessümlerden gerçekleşmeyen hayallere geldim bahardan kısa atlar gibi , mutluyken gönlüme çöken hüzün gibi..

3 Ağustos 2014 Pazar

Köşeyi Dönünce...



Hava bir hayli sıcak o gün. Öyle sıcak ki nereye baksam sıcaktan bitkin yüz ifadeleri ile karşılaşıyorum. Sokak hayvanları ayrı bir âlemde; bir köpek arabanın gölgesine sığınmış, bir kedi kafenin masasının altına. Bir kaç kuş sıcak asfaltın üzerinde uzun bir şerit oluşturmuş, biraz dikkat ederseniz bu şeridin sebebinin sokak lambasının asfalta vuran gölgesi olduğunu görebilirsiniz. Biraz dikkat ederseniz şayet, sıcağa rağmen hala bünyeniz yerindeyse bu mümkün, çevrenizde daha birçok garip manzarayla karşılaşabilirsiniz. Misal, kent parkının meydanındaki bankta bir amca oturuyor. Pantolonunun paçalarını ve gömleğinin kollarını sıyırmış hayat maximumda pozunu vermiş D vitamininin dibine vuruyor. Takdiri hak ediyor umursamazlığı. Kimi tebessüm ediyor görünce kimi şaşıp kalıyor.

Hızla geçiyorum günün neşesinin yanından. Bir an önce eve ulaşıp yüzyılın icadı olarak gördüğüm klimanın karşısına kurulma hayalleri kuruyorum, aynı parktaki yaşlı amcanın güneşin karşısına kurulduğu gibi. Yüzyılın icadı tasvirim o an neye muhtaçsam ona göre değişiyor genelde. Allah'a şükretmek lazım yeni yeni icatlar çıkaran insanları yarattığı için.

Eve doğru uzanan yollarda engebem yok çok şükür ancak öyle çıplak ki yollar ara ara gölgesine sığınabileceğim tek bir ağaç dahi yok. Ya kesmişler hepsini ya da dedelerimiz bir fidan dikememişler buralara. Bir yol daha var sağı solu çınar ağacı, ancak yok öyle bir bayır. “Çıkabilir misin?” diye soruyorum kendime “Çıkarım, ne olacak.” diye cevap veriyor iç sesim. Sen kaşındın ifademi takınarak yol ayrımında bayırlı fakat gölge olan yolu seçiyorum. Karar vermek zor iş vesselam, yürümek de öyle. Lakin en sevdiğim iş yürümek. Yürürken hayal kurmak, yaşanmış veya yaşanmamışları düşünmek, çıkarımlar yapmak, akla gelene sinirlenmek, bazen sırıtmak... İfadelerimle yakalanıyorum ya bazen yabancılara, deli olduğumu düşünüyorlardır kesin. Düşünsünler, belki de gerçekten deliyim.

Ben oldukça dik ve sessiz olan bayırı çıkadurayım bir kapı gıcırtısı duyuluyor. Sesin geldiği tarafa doğru bakıyorum. Ağaçların gerisinde kalan yüksek bir apartmanın demir kapısı iyice açılıyor. Minik parmak uçlarına basa basa ufak tefek bir beden çıkıyor dışarı. Evden gizlice çıktığı her halinden belli. Daha yeni olduğu belli olan ayakkabılarını elinde taşıyor. Elinden geldiğince sessiz olmaya çalışıyor, bir işler çevirdiği kesin. Önce küçük sarı kafasını uzatıp bayırın üstüne doğru bakıyor. Kimse yok. Sonra başını aşağıya doğru çeviriyor ki işte o anda göz göze geliyoruz küçük beyefendiyle. Beni görünce bembeyaz teni kızarıyor, yüzüne mahcup bir tebessüm yerleştirip çıktığı kapıdan içeri giriyor. Ben de devam ediyorum bayırı tırmanmaya, ancak eminim kesinlikle bir daha çıkacak. Kapının ardında, benim gözden kaybolmamı bekliyor. Ben de inadına yavaş yavaş çıkıyorum bayırı. Kapı gıcırtısı duyuluyor yeniden, hemen dönüp bakmıyorum. Bakmadığımı görsün ne yapacaksa yapsın da suçüstü yakalayayım derdindeyim. Birden dönüp bakıyorum ki çocuk elinde ayakkabıları parmaklarının ucuna basa basa bayırın sonundaki köşeyi dönüyor. Ee sonrası?

Kısa bir süre dikiliyorum orada. Nereye gidiyor? Gereksiz bir merak aklımı çeliyor ister istemez. Eğer gitmezsem ciddi ciddi kafama takarım, ne oldu çocuk köşeyi dönünce? Ani verilmiş bir kararla iniyorum bayırı. Akıllı bir insan yapmaz bunu, hele ki bu sıcakta.

Burada ağaçlar yok. Güneş kavuruyor adeta. Sağ elimi alnıma dayayıp şöyle bir göz gezdiriyorum etrafa. İşte orada tulumbanın başında. Öyle komik bir hali var ki bir yandan tulumbadan su çekiyor, sonra yerdeki kabı alıp doldurmak için suyun çıktığı yere ulaşmaya çalışıyor. O varana kadar çektiği suyun çoğu boşa gidiyor zaten. Kabı koyacak yer arıyor tulumbanın önünde, bulamıyor. Yine suyu çekip kabı yetiştirmeye çalıştığı sırada ben koşup yapışıyorum tulumbanın koluna. O kabı tutarken öyle bir su akmaya başlıyor ki bunun nasıl olduğuna hayret eden bir o kadar da memnun bir gülüş yayılıyor yüzüne. Kafasını çevirip bir bakıyor, yine ben. Bir an afallıyor. Sonra elindeki kabı yere bırakıp açıklama yapmaya başlıyor:

"Şey, siz bu mahallede mi oturuyorsunuz? Kedilerden rahatsız olduğunuzu biliyorum ama onlara su vermem gerekiyor. Yoksa susuzluktan ölecekler. Hanife Teyze onları mahalleye benim getirdiğimi söylüyor ama gerçekten bu doğru değil. Sokaklar onların evleri ki zaten, aynı bizim oturduğunuz evler gibi."

Açıklamasını bitirmiş benim tepkimi merak ediyor. Kafamı yere çeviriyorum dolması gereken daha beş kap var.

“Çok konuştun ufaklık, şu kapları tut da dolduralım bir an önce.” diyorum. Yüzündeki o tebessümü ve gözlerinin ışıltısı görülmeye değer.

Bir yandan kapları dolduruyoruz, bir yandan sohbet ediyoruz, bir yandan da etrafı kolaçan ediyoruz. Malum Hanife Teyze veya yandaşları her an bir camdan çıkıp bağırmaya başlayabilirlermiş. Ayakkabıları daha yeni olduğundan apartmanın taş mermerlerine attığı her adımda düdük gibi ses çıkarıyorlarmış. Bu yüzden kolayca yakalanabiliyormuş apartman sakinlerine. O da yalın ayak inip köşeyi dönünce giyiyormuş yepyeni ayakkabılarını. Kabı doldururken arada öyle heyecanlı bakışlar atıyor ki apartmanların camlarına, kendi dünyasında adeta bir aksiyon filminin başkarakteri. Ondaki heyecanı gördükçe ben de heyecanlanıyorum. Kapları doldurduktan sonra küçük beyin önceden belirlediği noktalara bırakıyoruz. Balkonların altlarına, apartman bodrumlarına... Öyle daracık yerler ki sadece çocuk girebiliyor buralara. Görevimizi tamamladıktan sonra apartmanın önüne kadar eşlik ediyorum ufaklığa. Güzel gözlerinin içi gülüyor:

“Ben ve mahallenin tüm sokak kedileri size minnettarız.” diyor. Nerden öğrenmişse böyle cümle kurmayı? Ben de teşekkür ediyorum kendisine güzel yüreği için. Ayakkabılarını çıkarıp eline alıyor, aynı çıktığı gibi yine parmak uçlarına basarak içeri giriyor ve demir kapı hafif bir gıcırtıyla kapanıyor.

Yürürken hayal kurmayı sevdiğimi söylemiştim değil mi? Öyleyse artık gerçeği de söylemeliyim. Çocuğu en son gördüğümde köşeyi dönüyordu, sonrası ise ben bayırı tamamlayana kadar kafamda kurduğum hayal ürünü.. Köşeyi döndükten sonrası için kafamda bir sürü fikir var; belki annesinin almayı yasakladığı çikolataları almak üzere bakkala gitmişti, belki yeni ayakkabılarını arkadaşlarına göstermeye gidiyordu, belki de top oynayacaktı bu sıcakta ve daha birçok şey. Her ne yapacaksa bunu birilerinden gizli yaptığına emindim sadece, ha bir de ayakkabılarının yeni olduğuna. O gün merakım çelememişti aklımı ve o gün akıllı olasım tutmuştu niyeyse. Sonra ise kafamda hep bir soru işareti olarak kaldı: çocuk köşeyi döndükten sonra ne oldu?




27 Temmuz 2014 Pazar

Bu Bayram


Ramazan gidiyor. Ama geldiği gibi değil. Her zamanki neşesiyle gelemiyor bayram ramazanı gerçek bir ramazan gibi yaşayıp kardeşlerinin acılarını yüreklerinde hissedenlere. Bu defa bayram namazı cenaze namazı gibidir ölen yüzlerce şehidin ardından. Bayram onlarındır. Biz burada utancımızdan bayramı hak etmezken,onlar şehadet şerbetini içerek bayrama sahip oldular.

Ramazan gidiyor getirdiği neşeyi de yanında götürüyor bu sefer. Çocuklar götürüyor yanında daha oruç tutma yaşına erişememiş. Bebekler götürüyor yanında daha hiç bayram görmemiş.

Bazı çocuklar kalıyorlar.. Ama baş uçlarında bu bayram sabahında bayramlıklarını bulamıyorlar, babalarını bulamıyorlar. Kızların saçları güzel toplanmamış ,bir kızın saçını en güzel annesi toplar çünkü..

Bu bayram eksik, bu bayram buruk, bu bayram yetim ,öksüz  çocuklar. Tıpkı Filistin gibi.

Bu bayram biz alalım yetimlerin bayramlıklarını,saçlarını biz tarayalım kızların. Elimiz Filistin'e ulaşamıyor madem ulaşabileceği yere uzatalım elimizi. Ne de olsa ulaşamıyor diye geri çekmeyelim elimizi.. Bu bayram ilaç olalım o çocuklara yüzlerinde gülümseme olalım, kalplerine tohumlar saçalım..

Bu bayram elimizin ulaşamadığı yere kalbimizi ulaştıralım,dualarımız gitsin Filistin'e..

Çocuklar ve Filistin bu bayram ve her bayram ,bu gün ve her gün kimsesizler. Biz vesile olalım onların sahiplenilmesine, çocukların tebessümleri bizim kalplerimize değsin bu sene ve her sene...

İlk Mim:))


Öncelikle bizleri mimlediği için ve desteğini hiçbir zaman üzerimizden esirgemediği için Bilal Aydın’a sonsuz teşekkürler.J


Ne sıklıkla kitap okursunuz?

Bazen uzun aralar verdiğim oluyor. Ancak son birkaç aydır sınav haftaları dışında hiç boş kalmadım diyebilirim. Biraz yavaş okurum ama okuyorum nihayetindeJ

En sevdiğiniz yazarlar?

Tolstoy, Dostoyevski, Sabahattin Ali, İskender Pala, Murat Menteş, Khaled Hosseini...

En beğendiğin kitaplar?

Suç ve Ceza, İçimizdeki Şeytan, Sevme Sanatı, Satranç, Od, Yabancı, Uçurtma Avcısı, Sineklerin Tanrısı, Olasılıksız, Ruhi Mücerret....

Yerli/Yabancı hangi yazarların kitaplarını tercih edersin?

Yerli yazarlardan Sabahattin Ali, yabancılardan Dostoyevski bir süredir öncelikliler.

Bugüne kadar en beğendiğin kitap serisi?

Bugüne kadar hiç kitap serisi okumadım. :S

Daha çok hangi tarz okumaktan hoşlanırsın?

Psikolojik kitaplar her zaman daha çok ilgimi çeker.

En son hangi kitabı okudun?

Satranç, Stefan Zweig

Şu anda hangi kitabı okuyorsun?

Guguk Kuşu, Ken Kesey

Kitap blogları hakkında ne düşünüyorsun? Yeterli mi?

Henüz hiçbir kitap blogunu takip etmiyorum.

Kitap okumak sizin için ne ifade ediyor?


Genelde beni dinlendiren bir eylem, ancak cümlelerin altında başka bir anlam aramaya başladığımdan beri bazen yorucu da olabiliyor. Yoruculuğu arttıkça etkileyiciliği de artıyor tabi kitabın. Sonra hayal dünyamı genişletiyor ve daha bir sürü şey. Kısaca hayatımın bir parçasıJ




Zorlu Yol


Takılı kalıyoruz bazen bir söze, bazen bir dokunuşa bazen ufacık bir bakışa. Gözümüzü  her kapattığımızda aklımıza gelen bakışlar, duyduğumuz zaman incindiğimiz sözler.

Bazende kendi söylediğimiz sözlere  takılı kalıyoruz. Bugünlerde hepimizin dilinin ucunda birer ok yok mu zaten, sevdiklerimizin kalplerini hedef alan onların göğüslerine saplanacak olan. Ve yine saplanan okun açtığı yaranın merhemi bizim dilimizin ucunda değil mi?

Her şey dilde bitiyor ama unuttuğumuz bir şey var ki her şeyin kalpte başladığı... Kin ve nefretlerimizi biriktirmeye başladığımız günden  beridir kelimeleri birer silah gibi görür oldu gözlerimiz, kulaklarımızda ağır  bir uğultu var duyamıyoruz etraftaki güzellikleri; kalbimizi başkalarının oklarından korumak için bir set çekmişiz ki güzellikleri de içine alamıyoruz. çiçekler bile güzel söz duymayınca solarken kalbimizin solması aşikar değil mi?

İhtiyacımız olan güzel sözleri kendi kendimize mırıldansak ,kendimize kuran okusak; yine de kalbimize giden o zorlu yolu aşamıyoruz, kalbimize ulaşamıyoruz . Çünkü kuruyan kalpten dile giden yol taşlıdır, engebelidir; çok zor yol kat eder. Kelimeler yorgun olur dile ulaştığında ağızdan çıktığında huzur vermez isabet aldığı kalbe. Bizden huzur bulamayan kalp de bize huzur veremez. Böyle bir kısır döngü işte.

Kalbimizi korumak için ördüğümüz bariyerleri kaldırsak ama kırarak değil ördüğümüz tuğlaları tek tek sökerek, o tuğlayı kimin için koyduysak onu severek, onunla bir tas çorbayı paylaşarak.

Ne de olsa güzel olan,aslolan paylaşmaktır ve paylaşmak bütün kapıları açar..

25 Temmuz 2014 Cuma

Düşündüm de…


İçimizdeki çocuğu büyüttük mü? Aferin o zaman bize. Artık aklı başında, nerede nasıl davranması gerektiğini bilen, kendisine sunulan kalıplara göre şekil alan, toprakla temizlenmeyi değil de betonda kirlenmeyi benimseyen, gördüğüne değil duyduğuna inanan, sorgulamadan kabul eden, koca bir gökyüzünde dinlenmek yerine yeryüzünde kaybolan bizlere, hepimize aferin. Ayakta alkışlıyorum bizleri ve sırtımı dönüyorum geride bıraktığım onlarca hayale ve maceraya.

Yeni doğanlar büyüdükçe daha da heyecanlı oluyorlar, dikkat ettiniz mi? ‘Bu da ne?’ diye ellerini daldırıyorlar suyun içine, kağıdı parçalarken çıkan sesi dinliyorlar, tadına bile bakıyorlar. Bir köpeğe korkmadan ellerini uzatıp dost oluyorlar. Bizim tanıdık sandığımız birçok şeyi onlar bizden iyi tanıyorlar ve zamanla unutuyorlar, unutturuyoruz, bize de unutturdular. Galiba intikamımızı onlardan alıyoruz. Kıskanıyor muyuz ne? Koyup da başköşeye öğrensek ya onlardan bir şeyler. Sadeleştirdiğimiz hayatlarımıza renk katsalar biraz. Biz onlara çamurla oynama dedikçe onlar gözümüzün içine baka baka ağızlarına sokarken çamuru cesareti öğretseler bize. Denizin altındaki balıkların nasıl nefes aldıklarını sorgularken merakı öğretseler…

Ben bunları düşünürken şu anda bir baba odasının duvarlarını boyalarıyla renklendiren çocuğunun ellerine vuruyor. Renklerden uzak dur çocuk! Odanın duvarları beyaz olmak zorunda. Çünkü senin hayal gücün bununla sınırlı kalmalı. Beyaz bir gömlek giydiğinde altına siyah bir pantolon geçireceksin, unutma! Saçlarını iki yana ayırıp güzelce taramalı ve ayakkabılarını temiz tutmalısın. Sakın sesini çıkarma gittiğimiz yerde, uslu uslu otur. Çünkü sen bir çocuk değilsin, yetişkin adayısın nihayetinde. Sonra teyzeler gelip güzelce taranmış saçlarını okşayarak “Aman da ne uslu bir çocuk bu böyle.” desinler ve sen bu cümle için tüm maceralarından vazgeç çocuk. Ellerine alıp tüm renkleri hayatı rengarenk boyamaktan vazgeç. Bak! Her şey tekdüze zaten. Güne uyandığında gökyüzü yine mavi, dağlar yine yeşil, evlerin çatıları yine kırmızı… Sorgulama bunları, sorgulama işte. Ne gerek var!

Bir adam var. Otuz beş, kırk yaşlarında. Utanmıyor, bir ayağında mor bir ayağında sarı çorap. Öyle dolaşıyor. Umurunda değil, kim ne der diye düşünmeden kafasına göre yaşıyor. Hayalleri hayatının ötesinde. Tanıdıkça şaşıyor insan bu adam neyin kafasını yaşıyor! Bana sorarsanız büyütmemiş içindeki çocuğu, çocukluğunda yaşıyor. Sen ona benzeme çocuk. Kim sığacak sonra kalıplara? Kim sorgulamadan kabul edecek benim fikirlerimi benim kabul ettiğim gibi? Kimse sormaz senin fikrini, kimse sormaz sana neyi sevdiğini. Düşündüm de ben yeşili severdim herhalde, griyi bu kadar sevdirmeselerdi.


20 Temmuz 2014 Pazar

Elimizden Gelen Bu Mudur?

Yıllardır süren bir zulüm var ,yıllardır süren bir ambargo. Ve artık ruhu, kalbi,inancı olmayan bir düşman var karşıda ,karşımizda. 7 Temmuzla beraber yıllardır süren zulüm boyut degiştirdi. Kıdem atladı,büyük bir katliama dönüştü. Bizler sadece müslümanlar değil insanlar,kalbi ve vicdanı olanlar olarak sessiz olmamalıyız,olamayız. Ama bilmeliyizki ses çıkarmak demek sadece televizyon programlarında Gazze de çocuk olmanın ne olduğunu anlatanları diblemek değildir. Orda çocuk olabilmek için önce doğabilmek gerekir. Ancak orada bebekler daha annelerinin karnında iken kurşunların ,bombaların hedefindedirler! Bebeklerin gözlerimizin önünde can çekişerek ölüyor olmasına sadece acı dolu bakışlarla sessiz kalamayız. Annelerin yüreklerinde ki ateşi söndürmek için bir kova su taşımaktan uzak kalamayız. Kalmamalıyız,unutmamalıyız. Özellikle alış veriş yaparken aklımızdan çıkarmamalıyız. Hiç bir hukuku dini inancı dinlemeyen, kimsenin durduramadığı bir devletin suyunu bile içmemeliyiz. Belki bu onları durdurmaz ama bizim ahirette kardeşlerimizin yüzüne bakmak için yüzümüz olur. Ben sana kurşun atılması için para vermedim diyebiliriz en azından. Büyük dram büyük acı. Küçük insanlar ,küçük fikirler.. Ama bizim bu küçücük yüreklerimiz dualarımız birleşirse arşa yükselir,Filistine ulaşır. Onların son model silahlarına karşılık bizim Fetihlerimiz,tesbihlerimiz var. Her şeyin sahibi olan Allah var ,onların gücünün yetemeyeceği. Birlik olmak zor,birlik olanlara laf etmek kolay. Kendi ırkından olmadığı için üzülmemekte,üzülmeyi geçtim üzülenlere karışmak ise tam bir vahşettir! Sözün özü biz bu vahşete karşı göğsümüzü siper edemiyoruz madem rahat koltuklarımızda otururken neler yapabiliyorsak onu yapalım hiç olmazsa. Fetihler okuyalım, dualar edelim Yediğimize içtiğimize dikkat edelim,bir kurşunda biz sıkmayalım kardeşlerimize. İlerde çocuklarımız 'anne ,baba bu vahşetler ,katliamlar olurken siz ne yaptınız sadece izlediniz mi ' diye sorduğunda cevap verebilelim. Şimdi susarsak eğer o gün geldiğinde de susmak zorunda kalırız çünkü. Unutmayalım ses çıkarmak her zaman bağırarak olmaz nice çığlıklar var kimsenin duyamadığı.

17 Temmuz 2014 Perşembe

Kalıcı Hasar

Bizim oda sabahları çok sıcak oluyor diye söylenmeye basladı içinden. Hep böyle söylenirdi zaten, ne zaman görsem bir şeylerden şikayet eder vaziyette. Onu anlıyorum zannediyor ama aslında hiç anlamıyordum. Bir klima taktır dedim. Her söylentisine bir çözüm üretmekten yorulmuştum ama işim buydu yapacak bir şey yok. Yaklaşık beş yıldır yaşam koçluğunu daha doğrusu bakıcılığını yapıyorum. Bu sene diğer dört seneye bedeldi. İstanbul’dan taşındığımız için bütün çevresi değişmiş onu pohpohlayan yeni insanlar bulamamıştı. Bütün egosunu kendi kendine yaşıyordu, sürekli söylenip yeni işlerle beni uğraştırarak. İstifa etmemek için kendimi tutuyordum daha doğrusu tutmak zorundaydım. Hastahanede yatan annemin ve üniversitede okuyan kardeşimin masrafları benim üzerimdeydi.

Okula her sabah şoförle giderdi. Bu sabah ben de seninle geleceğim ve öğretmenlerinle görüşeceğim dedim sağ olsun hiç itiraz etmedi.. Amasya bu şehrin yolları İstanbul'a göre çok sakin.

O hazin kazanın üzerinden tam bir hafta geçti. Aracın şoförü vefat etti, ben ufak çok ufak bir sıyrıkla atlattım, yani öyle zannediyordum. Elif bütün şımarıklık ve söylemelerine rağmen çok sevdiğim öğrencim hala komadaydı. Kendi kendime adaklar adıyordum bir haftadır. Elif’in gözlerini açması için. O mavi masmavi gözleri bir kez daha görebilmek için.. Yoğun bakım odasının penceresinden Elif’i izliyordum, birden makinadan sesler gelmeye basladı. O anı unutamıyorum. Tıpkı ağabeyimin ölümündeki gibiydi. Doktorlar hemşireler içeri koşuşturdu ve perdeyi kapattılar her zamanki gibi. İçeride kim bilir neler oluyordu. Ahmet Bey ve Aylin Hanım kapının önünde birbirlerine sarılmış vaziyette yıkılmamak için  birbirlerini tutuyorlardı. Odanın kapısı açıldı ve doktor cıktı:

-Hastayı kaybettik.

Bu cümle o kadar tanıdık, o kadar bilindikti ki. Ama insan bazen bildiği şeyleri anlamakta güçlük çeker. Ve biz kavrayamamıştık. Cenaze namazına kadar. Cenazeden iki gün sonra Ahmet Bey beni odasına çağırdı. Tahmin ettiğim konuşmayı yapacaktık. Artık benimle işleri yoktu. İki aylık maaşımı ve otobüs biletimi bir zarfla takdim edip teşekkür etti. Hayatımın birkaç yılını birleştirdiğim bu aileden ayrılmak bana inanılmaz zorluk yaşattı ve daha da kötü bir duygu var ki ben Elif’in acısını yaşayamadan yeni bir iş bakmaya başlamak zorundaydım.

Artık yeni bir öğrencim var, hiç konuşmuyor ve ben onun konuşmadığı her kelimede çok konuştuğu için şikayet ettiğim  Elif’i, ilk öğrencimi, görüyorum. Vakit geçtikçe o kazanın bende oluşturduğu gerçek hasarı fark ediyorum...


14 Temmuz 2014 Pazartesi

Cennet

Terliklerini vura vura koştu küçük kız. Kalabalıktı. Toz dumandı ortalık. Nasıl olmuşsa olmuş bırakıvermişti annesinin elini. Sonrası ise karmakarışık... Etrafındaki insanların yüzlerine bakıp annesini seçmeye çalışıyor, karnından yukarısını göremiyordu kimsenin. Arada bir onun boylarında birkaç çocuğun yüzünü seçiyorsa da onlar da bir görünüp bir kayboluyorlardı. Nereye gittiği belli olmayan bir kalabalığın ortasında sürüklenmekten yorgun düşmüştü küçük kız. Olduğu yere sabitlendi sonra. Avuçlarını açıp annesinin yatmadan önce okuması için öğrettiği bütün duaları okumaya başladı. Yaşlar nurlar gibi birikti avuçlarına. Dualar ve yaşlar çoğaldıkça kalabalık azaldı sanki. Onun da yüreği sakinleşti. Tam kıpırdayacaktı ki yerinden aniden büyük bir gürültü koptu. Bulutlarla örtülü gökyüzünü griye çaldı yükselen dumanlar. Gürültüyü takip eden kısa bir şok sessizliği, sonrası ise çığlık çığlığa kaçış ve arayış kaybolanları.

            Küçük kız kulaklarını kapattı elleriyle, iri gözlerini fal taşı gibi açıp bakakaldı göğe yükselen kırmızı dalgalara. Bunun etkisinden henüz çıkmıştı ki bir gürültü daha.. bir gürültü daha.. Etrafında koşuşturan yüzlerce insan.. Ne olduğunu anlayamayan bakışları her birine dokunmaya çalıştı tek tek. Neydi şimdi bu yaşadığı? Neden kanlıydı elleri yüzleri çocukların? Neden sokakların ortasında uyuyakalmıştı insanlar? Daha saat erkendi, nedendi bu karanlık? Bu garip giyinmiş adamlar da kimlerdi? Çocuklar ağladıkça gülüyordu onlar..

            Gözlerini gezdirirken kalabalığın üzerinde annesini görebildi nihayet. Bağırmaya başladı kendi sesini kendisinin bile duyamayacağı büyük bir çığlığın içinde. Ne yaptıysa olmadı, annesi olduğu yerde dört dönüyor fakat onu görmüyordu. Ellerini dizlerine vuruyor, bağıra çağıra ağlıyordu. Küçük kız annesiyle arasındaki mesafeyi kapatmak için koşmaya başladı terliklerini vura vura. Küçük adımları yaklaşmıştı ki ana kucağına bir gürültü daha uğruna savaşılan toprakların semalarında, üstelik küçük kızın tam da annesiyle göz göze geldiği o anda.
Hayatında hiç görmediği ve hayattaki kimsenin de göremeyeceği bir güzellikle karşılaştı birden küçük kız. Yine anlam veremedi bu olanlara. “Burası da neresi böyle?” Melekler cevap verdi küçük dudaklardan çıkan bu soruya: “Cennete hoş geldin küçük kız, cennete hoş geldin.”


11 Temmuz 2014 Cuma


Zafer Kimin?

Yine bir yerler ateş altında. Bu gece yine birileri ölüyor, yine çocuklar yetim kalıyor. Yangınlar çıkarken hayatlar sönüyor... Filistin yüreğimizin en ateşli yeri, yani öyle olması gerekiyor. Ateşin sadece düştüğü yeri değil bizim içimizi yakması, bizi ayağa kaldırması gerekiyor. Hanzalalar, o gök yüzlü mahzun bakışlı ve bir o kadar büyük yürekli cesur çocuklar çoğalıyor. Yine unutuluyor yanan evler, yürekleri yanan eşler, kundaklarda ağlayan bebekler... Tıpkı maden yangınları gibi unutuluyor. Bazen kömür peşinde kararan dünyalar, bazen de kömürü örten bir avuç toprak için kararıyor. Bir avuç toprak için ölüyor; ölmek için doğan çocuklar.

Biz; hep aydınlık olan dünyamızın kapısının kilidinden bakıyoruz bilmediğimiz o karanlık ya da kızıl dünyaya; uzaktan görüyoruz çırpınışları, bi fısıltı gibi geliyor haykırışlar. Biz de ağlıyoruz ama çok uzaktaki yangınları söndüremiyor gözyaşlarımız. Kapılarımızın ardından sadece dua ediyoruz yapabilecek başka bir şeyimiz yokken. Ve bir çocuğun yüreği bizim dualarımızla serinliyorsa eğer, gözyaşlarımız yüreklerdeki yangınlara ulaşıyor demektir, gözyaşlarımız ateşleri biz habersizken söndürüyor demektir... Müminler ancak kardeştirler ve kardeşler arada km ler de olsa birbirlerini tanırlar. Biz madden tanıyamadığımız kardeşlerimizi dualarda tanırız ve hep onlarla yan yanayız.. Zafer inananlarındır, zafer duayla birlik olanlarındır..